KÖY ENSTİTÜLERİNİN ÖĞRETMEN ÖRGÜTLENMESİNE KATKILARI
Erdal Atıcı
Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı
Köy enstitüleri sistemi (1936 – 1940 -1946) Türkiye nüfusunun %80’inden fazlasının yaşadığı ve ihmal edilmiş, geri bırakılmış, ilkel koşullarda yaşam süren köyleri eğitim yoluyla canlandırma ilkesine dayanır…
Köylerin canlanmasında görev alacak öğretmenlerin, görevlerini tam olarak yapabilmeleri için köy koşullarına uygun olarak yetiştirilmesi gerekmektedir. O nedenledir ki, köy enstitüleri büyükçe bir köy biçiminde kuruldu. Derslerin; %50’si kültür, %25’i ziraat, %25’i teknik derslerden oluşuyordu.
Dersler iş eğitimi içinde veriliyordu. İş eğitimi yalnızca elin kullanılması değil, aynı zamanda aklın kullanılmasıydı. Düşünme becerisi kazandıran bu eğitimde aynı zamanda sanat eğitimi de uygulanıyordu. Okuma alışkanlığı kazandırılan öğrenciler, kendini sürekli yeniliyor, ülkemizin ve dünyanın sorunlarına uzak kalmıyorlardı…
Köy enstitülerinde öğretmen yetiştirirken demokrasi eğitimine de ağırlık verilmiştir. Eleştiri ve öz eleştiri kültürü alan öğrenciler, herkesi eleştirebilme özgürlüğüne sahiptiler. Okullarında tüm işlerin yürütülmesi kararlarına katılıyorlardı. Seçimle iş başına gelen öğrenci başkanlığı sistemiyle ve sıra ile yapılan haftalık nöbetlerle enstitüler öğrenciler tarafından yönetiliyor, işleri düzenli bir biçimde yapılıyordu.
Enstitülerde; haftalık, 15 günlük veya aylık değerlendirme toplantıları yapılıyor, bu toplantılara bir öğrenci başkanlık yapıyor ve burada enstitünün işleyişi konusunda, öğrenciler arkadaşlarını öğretmenlerini ve müdürlerini bile eleştirilebiliyordu. Bu eleştirilerden kimse alınmaz, eksikliklerini görür, kendini geliştirmenin yolunu arardı.
Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünde “Yönetim Kurulu” vardı. Bu kurulun yalnızca Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü için kurulmadığını, tüm köy enstitüleri sistemi için oluşturulduğunu söyleyebiliriz. Bu kurulun görevi: “Yüksek Köy Enstitüsü’nün eğitim ve öğretim işlerini düzenlemek, diğer köy enstitülerinin öğretim ve eğitim işlerini denetleyerek sonuçlarını Bakanlık yoluyla enstitülere bildirmek… Köy okulları uygulama planlarını hazırlamak… Öğretmenleri yetiştirmek amacıyla kurslar, sergiler açmak… Enstitüler ve köy okulları için yönetmelik taslakları hazırlamak…”
Bu kadar kapsamlı görevi olan Yüksek Köy Enstitüsü Kurulu 15 üyeden oluşuyor. Üye seçimleri şu şekilde yapılıyordu.
Kendi aralarında gizli oyla seçilenler:
2 kişi Yüksek Köy Enstitüsü öğretmenlerinden
1 kişi köy enstitüsü öğretmenlerinden
1 kişi Yüksek Köy Enstitüsü kol öğretmenlerinden
3 kişi Yüksek Köy Enstitüsü öğrencilerinden
1 kişi köy enstitüsü öğrencilerinden
Bakanlıkça seçilenler:
1 Köy enstitüsü müdürü
2 Milli eğitim müdürü
2 İlköğretim müfettişi
1 Köy enstitüsü denetmeni veya danışmanı
1 Bakanlık temsilcisi
Bu tabloya baktığımızda; 15 kişinin 10’nun enstitüde öğrenci ya da öğretmen olduğu, sadece 1’inin Bakanlık temsilcisi olduğu görülmektedir. Yine, 15 kurul üyesinin 8’i kendi aralarında gizli oyla seçiliyordu…
Köy enstitülerinde demokrasi tam olarak uygulanmıştır. Köy enstitüsü ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü mezunları atandıkları yerlerde de, demokrasiyi tam olarak yaşamak ve yaşatmak istemişlerdir. Bunun tersi düşünülemez, beklenemezdi. O nedenledir ki, enstitü mezunları üzerinde baskı kurulmaya çalışıldı. Bu nedenle sürüldüler kıyıldılar ve açığa alındılar.
KÖY ENSTİTÜLÜ ÖĞRETMENLERİN ÖRGÜTLENMEDEKİ ETKİLERİ
Köy enstitüleri sisteminde uygulanan demokratik eğitim, öğrencilerin kendi yöneticilerini seçmeleri, ekip ve gurup çalışmasına yatkın olmaları, okullarında işleyişi nöbet sistemiyle yürütmeleri, haftalık, 15 günlük, aylık değerlendirme toplantılarında arkadaşlarını, öğretmenlerini ve hatta müdürlerini bile eleştirebilmeleri, okuma alışkanlığı ve tartışma ortamlarında yetiştirilmeleri onlarda aynı zamanda örgütlü yaşamın da alt yapısını hazırlıyordu.
Köy enstitülerinde uygulanan kooperatifçiliğin de demokrasi kültürüne ayrı bir katkısı olmuştur…
SOSYAL YARDIM KURULUŞLARI
Köy enstitülerinin kurulduğu yıllarda ilkokul öğretmenlerinin güvenceleri yoktu. Olağanüstü güç koşullarda çalışıyorlar ve buna karşılık iş güvenceleri nerdeyse yok denecek kadar azdır. “Bu gerçeği gören köy enstitüsü kurucuları, daha ilk yasal düzenlemeler yapılırken bazı sosyal güvenlik önlemlerini de düşünmüşler ve bu konuda kurallar koydurmayı başarmışlardır.” (1) Niyazi Altunya, Türkiye’de Öğretmen Örgütlenmesi 1908 – 2008. Ürün Yayınları, Yenilenmiş 2. Basım, Sayfa 69)
Köy Enstitülerinin kuruluş yasası olan 3803 Sayılı Yasa’da köy öğretmenleri için iki güvenlik kuruluşu oluşturulmuştu. 1. Köy Öğretmenleri Tekaüt (Emekli) Sandığı, (1949’da Emekli Sandığı’na katıldı) 2. Köy Öğretmenleri Sağlık ve İçtimai Yardım Sandığı…(İLKSAN’a dönüştü.)
TÖDMF DÖNEMİ
1946 Sonrasında Cemiyetler Kanununda değişiklik yapılması sonucunda öğretmenler hızla dernekleşme yoluna gideceklerdir. 1946 sonrasında köy enstitüleri kurucularının görevden alınması, Yüksek Köy Enstitüsünün kapatılması, burayı bitiren öğretmenlerin hemen askere alınması ve bir kısmının çavuş çıkarılması gelecek olan büyük yıkımın habercisi gibidir. Köy enstitülü öğretmenler bu fırtınaya ve baskıya ancak örgütlenerek karşı durulabileceğini bildikleri için dernekleşmenin öncüleri olmuşlardır.
1949’dan başlayarak köy enstitülü öğretmenler “Köy Öğretmen Dernekleri”ni kurmaya başlarlar. Gelişen süreçte “öğretmen ve öğretmen sorunlarının örgütsel birlik olmadan aşılamayacağı gerçeğinin dayatması sonuncunda” bir çatı örgütü kurulması zorunlu hale gelmiştir.
1948’de “Öğretmen Yardımlaşma Dernekleri Birliği”, 1950’de “Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Birliği” 1954’de de “Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu” adını almıştır. Bu dernek 1960’a kadar Demokrat Parti (DP) çizgisinde bir tutum sergilemiş, 1060 sonrasında ise daha çok CHP – TİP çizgisi bir tutum almıştır.
TÖDMF GENEL BAŞKANLARI
Remzi Oğuz Arık 1949, Hamdi Ragıp Atademir 1949 – 1956, Vedide Baha Pars 1957, Ahmet Önertürk 1958 – 1959, Turhan Feyzioğlu 1960 – 1961, Şükrü Koç 1962 – 1964, Hayrettin Uysal 1965 – 1966, Bahri Savcı 1967, Fakir Baykurt 1968
1966 yılı kayıtlarına göre; TÖDMF 562 yerel dernek vardır ve toplam üye sayısı 72 bindir…
1968 yılında yapılan genel kurulda Fakir Baykurt Genel Başkanlığındaki TÖS yanlısı üyeler çoğunluğu sağlamışlar ve TÖDMF fesih işlemlerine başlamışlardır.
1969 yılında, Kayseri’de başlayan ve Ankara’da tamamlanan 22. Genel Kurulda TÖDMF, kendini feshetme ve mallarını TÖS’e devretme kararı almıştır. (2) Niyazi Altunya, Türkiye’de Öğretmen Örgütlenmesi 1908 – 2008. Ürün Yayınları, Yenilenmiş 2. Basım, Sayfa 69)
TÜRKİYE ÖĞRETMENLER SENDİKASI (TÖS)
1961 anayasanın 46. Maddesi şöyleydi: “Çalışanlar ve işverenler, önceden izin almaksızın sendikalar ve sendika birlikleri kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten ayrılma hakkına sahiptirler…”
TÖS, 1961 Anayasasının demokrasi ve özgürlük alanlarının genişletmesiyle ve sendika kurma hakkı vermesiyle 10 Temmuz 1965 tarihinde kuruldu.
TÖDMF’de olduğu gibi TÖS’ün kurucuları, yöneticileri ve üyeleri arasında köy enstitülüler başı çekiyordu. TÖS’ün 1. Olağan Genel Kurulu Temmuz 1966’de, 1. Olağanüstü Genel Kurulu 22-24 Ağustos 1967’de, 2. Olağan Genel Kurulu 7 – 9 Temmuz 1969’da yapılmıştır.
TÖS’ü kuranların % 90’ı köy enstitülüdür… TÖS’ün kurucu genel başkanı Gönen Köy Enstitüsü çıkışlı Fakir Baykurt’tur. Kısa süreli Feyzullah Ertuğrul’un TÖS Başkanlığı dışında TÖS kapatılıncaya kadar genel başkan Fakir Baykurt’tur. Öğretmenlerin çok sevdiği Fakir Baykurt demokrasi tarihimize ve öğretmen örgütlenmesi tarihine adını altın harflerle yazdırmıştır.
Köy enstitülerinin felsefesi ile TÖS’ün felsefesi aynıdır. “Köy enstitülerinde öğrencilere kazandırılan halkçılık, demokrasi bilinci, bağımsızlık, özgürlük, katılımcı yönetim, iş, üretim bilinci TÖS’e taşınmıştır. Ayrıca enstitüde kazanılan takım ruhu, üretkenlik, doğayı koruma, çevre bilinci, sorun çözme, haksızlığa direnme, TÖS’te yaşam bulmuştur.” (3)Eskişehir’de Demokratik Öğretmen Örgütlenmesinden Kesitler, İbrahim Gerede, Eskişehir Tepebaşı Belediyesi Kültür Yayınları, 2021, Sayfa 42)
TÖS’ÜN ÖRGÜTLEDİĞİ BÜYÜK EYLEMLER
Devrimci Eğitim Şurası: 4 - 8 Eylül 1968
Büyük Eğitim Yürüyüşü: 15 Şubat 1969 (40 bin kişi katıldı. Öğretmenler Tandoğan’dan Cemal Gürsel Meydanı’na kadar büyük bir yürüyüş gerçekleştirdiler.)
Büyük Öğretmen Boykotu: 15 – 18 Aralık 1969 TÖS’ün düzenlediği İLKSEN tarafından desteklenen boykot, “Türkiye Tarihinin İlk Genel Grevi”dir. Türkiye’de görev yapan 156 bin öğretmenden 109 bini bu boykota katılmıştır. Bu tüm öğretmenlerin %70’i demektir. Demokratik öğretmen örgütlenmesinde bir daha böylesi kitlesel ve büyük katılımın olduğu bir eylem gerçekleştirilemedi.
Kayseri Olayları: TÖS yöneticileri 2. Olağan Genel Kurulun 7 – 9 Temmuz 1969’da Kayseri’de yapılmasını kararlaştırdı, ancak TÖS yönetici ve delegeleri diri diri yakılmak istendi. Genel kurul Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesini konferans salonunda tamamlandı.
12 Mart 1971 Muhtırası ve TÖS’e açılan dava: 12 Mart Askeri Darbesi sonrasında yüzlerce TÖS yönetici ve üyesi tutuklandı. TÖS hakkında ağır suçlamalarla dava açıldı.
Cezaevinde bulunan TÖS yönetiminin önerisiyle 40 TÖS üyesi tarafından 3 Eylül 1971’de ilk adı Türkiye Öğretmenler Birliği (TÖB) olan, Tüm Eğitim Öğretim Emekçileri Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖBDER) kuruldu. TÖS’ün mal varlığı TÖBDER’e devredildi. 20 Eylül 1971’de tüm sendikalarla birlikte TÖS de kapatıldı, ama mal varlığı kurtarıldı.
TÜM EĞİTİM VE ÖĞRETİM EMEKÇİLERİ BİRLEŞME VE DAYANIŞMA DERNEĞİ (TÖBDER)
3 Eylül 1971’de kuruldu. TÖS’ün mirasını devraldı. Toplam 9 yıllık sendikal yaşamı olan 4 olağan 4 olağanüstü toplam 8 genel kurul yaptı.
Genel Başkanlar:
Haydar Orhan (1971 – 1972)
Ali Bozkurt (1972 – 1975)
Cemil Çakır (1975 – 76)
Gültekin Gazioğlu (1976 – 1980)
TÖS ve TÖBDER dönemlerinde başkanlık yapan 5 başkan köy enstitülüdür… 5 Başkanın dördü ne yazık ki kanserden ölmüştür.
KÖY ENSTİTÜLÜ ÜÇ YİĞİT ADAMI YİTİRDİK…
ERDAL ATICI
Eğitimin dizgesizlik içinde dibe vurduğu bugünlerde, eğitim tarihimize adını altın harflerle yazdıran köy enstitüsü çıkışlı, üç yiğit eğitimci ve siyasetçiyi; Necati Cebe, Hasan Fehmi Güneş, Hayrettin Uysal öğretmenlerimizi yitirdik.
Biliyoruz ki, uzun yaşamlarının son günlerinde Türkiye’nin getirildiği durum karşısında tedirgin ve kaygılıydılar. Dişleriyle tırnaklarıyla alın terleriyle katkı sundukları Cumhuriyetin aydınlanma mücadelesinin duraksaması, gerilemesi onları çok mutsuz ediyordu...
Elbette onların arkalarında bıraktıkları boşluklar kolay dolmayacaktır. Ama geride bıraktıkları yapıtlar bize; eğitim ve siyasette mücadelenin parayla pulla değil, yürekle, bilgiyle, halktan güç alarak, nasıl yapılacağını göstermektedir…
Köy enstitüleri insan yeteneklerini ve zekâsını ortaya çıkarıp, yönlendiren, geliştiren ve özgürleştiren okullardı. Bu üç yiğit adamın yoksul köylerde başlayan yaşamları; köy enstitülerinde uygulanan eğitim sayesinde, insan olma bilinicine ulaşmıştır.
Necati Cebe, Hasan Fehmi Güneş ve Hayrettin Uysal’ın kısaca öz yaşam hikâyelerine bakmanın, bugünün eğitimcileri, sendikacıları ve siyasetçileri için yararlı olacağını düşünüyoruz.
Bugün, ülkemizde yaşayan insanların, neredeyse tamamını ilgilendiren eğitimle ilgili TBMM’de mücadele edecek öğretmen milletvekili sayısı neredeyse bir elin parmakları kadardır. Öğretmenlerimizin, bu üç köy enstitülü öğretmenimizin; eğitim, sendika ve siyaset mücadelelerini örnek alıp, daha çok sayıda Meclise, girmeleri ve orada eğitim mücadelesine katkı vermeleri gerçeği ortadadır.
Eğitim tarihini bilmeyen öğretmenlerin, geleceğin aydınlığını yaratamayacakları düşüncesiyle; bu üç yiğit köy enstitülü öğretmen ve siyasetçinin özgeçmişlerini; öğretmenlerimizin ve eğitim sendikacılarımızın dikkatine sunuyoruz...
Necati Cebe 1928 yılında Balıkesir’de doğdu. 1944 Savaştepe Köy Enstitüsünü bitirdi. Üç yıl (1944 – 1947) bitirdiği okulda matematik öğretmenliği yaptı. Daha sonra köy enstitüleri kuruluş amacından saptırılınca kendi isteğiyle enstitüden ayrılıp köy öğretmenliği yaptı. Askerlik dönüşü Gazi Eğitim Pedagoji bölümünü bitirdi. Mimarsinan ve Kazımkarabekir İlköğretmen okullarında meslek dersleri öğretmenliği yaptı. 1961’de AID bursu kazandı. Florida Eyalet Üniversitesi’nde övünç listesine girdi. Lisans ve Yüksek Lisans diplomaları aldı. Yurda döndükten sonra TÖS’e katıldı. Merkez Yürütme Kuruluna seçildi. Test Araştırma Bürosunda “Uzman”, Hacettepe Üniversitesinde Doktora Yeterlilik Sınavını verdi. TÖS’ün 1968 SBF’de düzenlediği Devrimci Eğitim Şurasında Fakir Baykurt ve MYK ile birlikte yargılanıp üç ay hapis cezası aldı. 12 Mart’tan sonra ceza onaylandı ve Ulucanlar Cezaevinde hapis yattı. TÖS kapatılınca, TÖB-DER kurucuları arasında yer aldı. 1973 ve 1977 seçimlerinde önseçimde birinci olarak Balıkesir’den milletvekili seçildi. 12 Eylül’den sonra bir ay tutuklandı ve serbest bırakıldı… Necati Cebe ölünceye kadar yazarak demokrasi mücadelesine omuz verdi.
Hayrettin Uysal: 1928 İzmit Gündoğdu köyünde doğdu. Arifiye Köy Enstitüsünü bitirdikten sonra, İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulunu ve Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümünü bitirdi. Okuldayken öğrenci derneklerinin başkanlığını yaptı. DP döneminde görülen lüzum üzerine “Bakanlık Emrine” alındı. 1960’tan sonra yeniden mesleğine döndü. Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu’nda iki dönem genel başkanlık yaptı. Birçok gazetede makale ve köşe yazıları yayınlandı. Dört dönem Sakarya’dan milletvekili seçildi. CHP Parti yönetiminde görev aldı. Beş dönem CHP Grup Başkanvekilliği görevinde bulundu. Sosyal Güvenlik Bakanlığı yaptı. 12 Eylül’le birlikte on yıl siyasi yasaklı sayıldı. Ömrünün sonuna kadar siyasi mücadelesini yazarak ve söyleyerek sürdürdü…
Hasan Fehmi Güneş: 1934, Sakarya Karapürçek doğumlu Hasan Fehmi Güneş, Arifiye Köy Enstitüsünü bitirdi. Bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra 1958 Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine kaydoldu ve 1962 yılında hukuk fakültesinden mezun oldu. Nallıhan’a savcı olarak atandı. 1975 Sakarya Senatörü olarak TBMM’ne girdi (1975 - 1980. TODAİE bitirerek Kamu Yönetimi Uzmanı unvanını aldı. Önce CHP Senato Grup başkanvekili, sonrasında da İçişleri Bakanı oldu. 12 Eylül’den sonra bir süre serbest avukatlık yaptı ve SHP İstanbul İl başkanı seçildi. 18.nci ve 22.nci Dönemlerde İstanbul Milletvekilliği görevlerinde bulundu. 23 Kasım 2021 günü aramızdan ayrıldı.
20. Eğitim Şurasının toplandığı bugünlerde, köy enstitülerinde uygulanan eğitimin günümüz eğitimine uyarlanabilirliği üstünde de düşünülmesi, konuşulması gerektiğini hatırlatmakta yarar görüyoruz…
KÖY ENSTİTÜLERİ BİZE NELER ÖĞRETİYOR…
Zarife Sakarya
Hasan Ali Yücel “İnsan değeri bilmeyen toplumlarda, değeri bilinecek insan yetişmez.” diyor. Bu saptamayı insani değerleri yerleştirmeye çalışan kurumlarının değerini bilmeyen toplumlarda değeri bilinecek yeni kurumlar kurulamaz, kurulanlar yaşatılamaz diye genelleştirirsek yanlış olmaz sanırım. Değerini bilemediğimiz, yok olmalarına seyirci kaldığımız kurumların, değerlerin sayısı arttıkça kültür olarak daha da yozlaşıyoruz. Nice değerimizi hak ettiği gibi anlamak yerine, tarihin derinliklerinden gelen ön yargılarla onları gereksiz, zamanını tamamlamış gibi görüyor adeta yok sayıyoruz.
Geçmişin günümüzü yaşama ve anlamadaki etkisi, hatta belirleyiciliği yadsınamaz bir gerçek. Bu durumu Sayın Celal Şengör’ün yıllar önce yazdığı bir yazısından aldığım örnekle göstermek, somutlaştırmak istiyorum. Şengör bu yazısında A.B.D.de ki ray açıklığının günümüz teknolojisine etkilerini gözler önüne seriyor. A.B.D.’de demiryollarındaki standart ray açıklığı 4 ayak,8.5 inçtir. Bu yaklaşık olarak 142,79 cm demektir. 142 değil,143 değil , 145 değil de 142,79 cm olan bu açıklık insana son derece ilginç hatta garip geliyor. Ve ister istemez merak ediyorsunuz, neden böyle pratik olmayan bir ölçü kullanılmış diye? Çünkü. A.B.D.’de de ilk demiryollarını yapanlar İngiltere’den gelmiş kişilerdi ve İngiltere’de demiryolları bu açıklıkta yapılıyordu. İyi de İngilizler neden bu ölçüyü kullanıyorlardı? Çünkü İngiltere de ilk demiryollarını yapanlar bu ray açıklığını kullanarak ilk tramvay yollarını yapanlardı. Peki tramvay yollarını yapanlar niçin bu ray açıklığını kullanıyorlardı? Çünkü tramvay vagonlarını yapanlar, at arabası yapanların ölçü ve aletlerini kullanıyorlardı. At arabası yapanların kullandıkları tekerlek açıklığı da bu garip, garip olduğu kadar da ilginç olan 142,79 cm lik aralıktı.
Pekala, at arabalarını yapanlar niçin bu tekerlek açıklığını kullanıyorlardı? At arabalarını yapanlar bu tekerlek açıklığını kullanmak zorundaydılar, çünkü İngiltere’nin bazı uzun mesafe yollarındaki tekerlek yuvaları bu açıklıkta idi. Başka bir ölçü kullandıkları takdirde arabalarının tekerlekleri kırılırdı.
Peki, bu yuvalı yolları kim yapmıştı? İngiltere dahil Avrupa’daki ilk uzun mesafe yollarını Romalılar yapmıştı. İlk tekerlek yuvalarını da Roma savaş arabalarının tekerlekleri açmıştı. Kendi tekerleklerinin zedelenmesini istemeyen herkes de bu açıklığa uymuş, onu standart hale getirmişti.(Tıpkı tarih boyunca kişisel çıkarlarının zedelenmesini istemeyenlerin, kendine özgü bir görüşü olmayanların, başıma bir iş gelmesin, tekerlekler kırılmasın diyenlerin ,güçlü olanların görüşlerini benimsemesi,onların söylemlerini sürdürmeleri,onların yollarından gitmeleri gibi.)
Romalılar niçin böyle bir açıklığı benimsemişti? Çünkü, savaş arabasını çeken iki savaş atının kalçalarının genişliği 142,79 cm idi. Bu ilginç bağlantı burada bitiyor sanıyorsanız yanılırsınız. Çünkü bu bağlantı Uzay Mekiğine kadar uzanıyor. Uzay Mekiğini yapan mühendisler, mekiğin iki yanında yer alan güçlendirme roketlerini bugün olduğundan daha geniş yapmak isterler.Ancak bu roketler yapıldıkları fabrikadan roketin atılacağı rampanın bulunduğu yere trenle taşınmak zorunda ve tren hattı bir tünelden geçiyor.Bilin bakalım tünelin genişliği ne kadar?Tünel doğal olarak iki at kalçasının ölçüsünden biraz daha geniş, o kadar.
Dünya’nın şu andaki en gelişmiş nakliye aracı olan Uzay Mekiğinin dizaynı, 2.500 yıl önce yapılan ve iki atın kalçalarının genişliğine göre planlanan savaş arabalarının ölçüsüne uymak zorunda. Bu geçmişin, tarihin gücü hatta zorlamasıdır.
Tarihin gücü ve zorlaması toplumumuzda her zaman var oldu, var olmaya da devam edecek ama şu son yıllarda artarak kendini daha çok hissettiriyor. 1.500 yıl öncesinin düşünce kalıpları, yaşam biçimi, eğitim yöntemi bugünümüzün düşüncesini, yaşam biçimini, eğitimini, davranışlarını belirlemede etkili kılınıyor. Bugün burada anmak ve anlamak için bir araya geldiğimiz Köy Enstitüleri tarihin gücü ve zorlaması karşısında çağdaş değerlerin yerleştirilmesini amaçlayan, yeni tekerlek izlerinin nasıl açılacağını, bu izlerle o dar kalıpların nasıl değiştirilebileceğini gösteren kurumlar olarak çıkıyor karşımıza.( Yüzyıllar öncesinin ölçülerini reddettikleri için kapatıldılar ve yok sayıldılar. Bu yok sayma günümüzde cumhuriyetin tüm kurumlarına yayılarak adeta iki atın kalçalarının belirlediği ölçüye uydurulmak isteniyor.)
Tarihsel süreçte, insana ve topluma verilen anlamlarla, eğitime verilen anlamlar, birbirleriyle büyük ilişki içindedir. Birbirlerinin nedeni ve sonucu durumundadırlar. Din öğesinin ağır bastığı geleneksel otoriter kültür, demokratik bir toplumun temelinde yatan iletişim becerilerini içermez. Geleneksel otoriter kültürü oluşturan temel değerler arasında, “akılcı olma”, “bilimsel olma”, eleştirici olma”, “analitik düşünme” gibi çağdaş öğeler yoktur. Demokratik yaşam, yeni iletişim becerilerini öğrenmeyi zorunlu kılar. İletişim becerileri boşlukta oluşmaz; yeni bir dünya ve yaşam anlayışı içinde doğar ve gelişir.
Köy Enstitülerini kuranlar özgürlükçü, demokratik bir toplum kurmayı amaçladıkları için giriştikleri eğitim seferberliğinde çağdaş değerleri benimsediler. Kendi kaderine terk edilmiş Anadolu çocuğunu akılcı, bilimsel, eleştirici ilkeler doğrultusunda eğittiler. Kişiler arası ilişkilerde daha az sürtüşmesi olan, kavgaya dönüştürmeden sorunlarını çözebilen, pes etmek yerine mücadele eden, olmuyor yerine nasıl yapabilirim diyen, acı yerine mutluluğu, kin ve nefret yerine destek ve hoşgörüyü yeğleyen bireylerden oluşan bir toplum yaratmak istediler. Böyle bir toplum kendini değerli bulan, sevgi ve anlayışla çevresindekilerle ilişki kuran insanlarla kurulabilirdi. Bunun olmazsa olmazı da bireylerin kendi günlük yaşamlarında, diğer kişilerin görüşlerine saygılı ve hoşgörülü olmayı öğrenmeleriydi. Çünkü şunu çok iyi biliyorlardı. Kendimizi değiştirmeden, özellikle de zihinsel olarak geliştirmeden olup bitenleri değiştirmek mümkün değildi. Enstitüleri bu amaçları hayata geçirecek yapıda planladılar. Türkiye’de gerçekleştirmek istedikleri değişiklikleri kendinde gerçekleştirmiş bireyler yetiştirerek öncelikle kendi köylerine gönderdiler. Böylece köylüye değişimin olabileceğini somut biçimde gösterdiler. Yapabiliriz duygusunu egemen kıldılar. Teori ile pratiği iç içe yürüttüler. Eğitilen insanın nasıl değiştiğini, verimli hale geldiğini kanıtladılar.Topluma karşı sorumlu bireyler yetiştirdiler.
Ben felsefe öğretmeniyim. Felsefe derslerinde filozoflardan söz ederken öğrenciler yüzyıllar öncesinde söylenenlerin bize ne faydası var diye sızlanır ve öğrenmek istemezler, hatta felsefeyi gereksiz bulurlar. Bu düşüncelerini de açıkça dile getirirler. Onlara önemli olanın söylenenlerden çok, o söylenenlere nasıl ulaşıldığı, nasıl soru sorulduğu, nasıl düşünüldüğü ,çağın, yaşanılan toplumun sorunlarına nasıl yaklaşıldığı olduğunu, buna dikkat etmeleri gerektiğini anlatırım. Köy Enstitüsü deneyimine de böyle bakılması gerektiğini, yaptıklarıyla nasıl yapmamız gerektiğinin en güzel örneğini verdiklerini düşünüyorum.
Köy Enstitülerinin yaptıklarının bize öğrettiklerinden bir kaçını sıralamamız gerekirse;
-Değiştireceğin toplumu yakından tanı.
-Gerçekleştirmek istediğin amaçları belirle.
-Amaçlarınla ilgili bilgilere açık ol, kendini geliştir,oku, araştır, dünyadaki gelişmeleri izle.
-Amaca giden yolları, yöntemleri belirle.
-Elindeki olanakları gerçekçi biçimde sapta.
-Harekete geç.
- İş içinde eğit.
-Eğitirken çok yönlü gelişmeyi hedefle.
-Alanında en iyi olanlarla çalış. İnsana iş uydurma. İşe en uygun insanla çalış.
- Yapılanları kontrol et. Bu kontrolde yol gösterici olmayı amaçla. Yıkıcı değil yapıcı ol.
-Ne gerçekleştirmek istiyorsan önce kendinde gerçekleştir.
-Özverili ol.
-Basit yaşa, toplumundan kopma.
-yollarda izlenecek yeni tekerlek izleri açma cesaretini göster .
-Ve çalış, çalış, çalış.
CUMHURİYETİN AYDINLATTIĞI ÇOCUKLAR ve
TAHSİN YÜCEL…
ERDAL ATICI
Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı
28 Nisan 2017…
Ankara’da büyük bir otelin yemek salonundayız… Her yıl yaptığımız, biraz da gelenekselleşen “Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Dayanışma Yemeği”ndeyiz… Bu yemeklerde, bir yandan Köy Enstitülü öğretmenlerimizle Köy Enstitüsü sevdalısı dostlarımızı bir araya getiriyoruz, diğer yandan da; Vakfımızın amaçlarına uygun çalışmalar yapmış, yazmış, söylemiş, Köy Enstitülerinde uygulanan çağcıl eğitimin tanıtılmasına katkıda bulunmuş öğretmenlerimize “Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Eğitim Emek Ödülü” veriyoruz…
Her yıl Nisan ayı gelmeden yönetim kurulumuz toplanıyor ve o yıl ödül verilecek öğretmen ya da öğretmenlerimiz saptanıyor. Karar defterine geçiriyoruz. Geçmişte; Ali Yılmaz’a, Talip Apaydın’a, Mustafa Aydoğan’a, Mahmut Makal’a, Mehmet Başaran’a, Abdullah Özkucur’a, Ekrem Kabay’a, Ali Dündar’a, Osman Bolulu’ya, Rahmetli Niyazi Ünsal adına çocuklarına, Zeliha Kanalıcı’ya, İlhan Alkan’a, Dr. Niyazi Altunya’ya verdik bu ödülü…
2017 yılı için Tahsin Yücel, Av. Sabri Kurt ve Süleyman Çalışkan öğretmenlerimizin adları gündeme geldi. Ödülü üçüne birlikte vermeyi kararlaştırdık. Yönetim kurulu kararını kendilerine bildirdik ve 28 Nisan 2017 Cuma günü yapılacak olan dayanışma yemeğimize onları davet ettik…
Salon kalabalık… Abdullah Özkucur öğretmenimiz geldi önce… Sonra Av. Sabri Kurt ve Tahsin Yücel, sonra da Süleyman Çalışkan… Hepsi, Cumhuriyetin kısıtlı olanakları içinde açılan okullarda ilkokulu bitirmiş köy çocukları… Cumhuriyetin aydınlık eğitiminden geçmiş Köy Enstitüsü mezunları… Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyeti ilan etmese, yeni alfabeyi kabul edip yeni okullar açmasa, doğdukları köylerin karanlığı içinde kaybolup gidecekler!
Hasan Âli Yücelin dediği gibi “Dağ başlarında açan ve kısa sürede solup giden çiçekler gibi…” kimse görmeden kaybolup gidecekler…
Bu soylu çocukların yedi sülalesi savaşlarda kırılmış, yokluk yoksulluk içinde o cepheden bu cepheye sürüklenmişler. En sonunda Mustafa Kemal Paşa’yla birlik olup, İzmir’e kadar emperyalistleri kovalayıp yurdun özgürlüğünü sağlamışlar. Kemal Paşa biliyor bunu. Ömrü Türk köylüsü içinde savaşlarda geçmiş, onları Çanakkale’den tanıyor, Yemen’den tanıyor… Sakarya’dan, Dumlupınar’dan tanıyor…
Onları cehaletin esaretinden kurtarmak en büyük emeli… Kısa bir süre sonra yurt düşman çizmesi altından kaldırılırken ayağa, onları köleleştiren düzeni yıkmış, altı yüzyıllık saltanatı yerle bir etmiş… Devrimler gerçekleştirmiş, insanı insan yapan…
Anadolu halkına borç ödüyor.
İşte o yüzyıllardır sömürülen, ezilen, savaşan, çalışan sınıftan birinin oğlu Tahsin Yücel öğretmenimiz… 1926’da doğmuş. Doğduğunda Cumhuriyet henüz 3 yaşında. Yeni yazı daha gelmemiş. Okul yok, öğretmen yok. Işık yok, yol yok… Üstelik babası daha üç yaşındayken ölmüş, başka anneden olan ağabey onlara bakmıyor. Anne direniyor. Kardeşlerinden falan yardım alıp onu ilkokula gönderiyor…
İşte Tahsin öğretmenimizin yaşamı o ilkokulu bitirip, Eskişehir Çiftelerde açılan Köy Enstitülerine girince değişiyor…
Yıl 1940…
Cumhuriyet kurulmuş ama hala eğitim alanında istenilen amaç gerçekleştirilememiş… İşte 1936’dan sonra başlayan sürecin en önemli atılımı, Köy Enstitüleri 1940’da açılmış. Tahsin Yücel enstitüye 1940’ta geliyor ve bu ışıklı okullarda dünyası değişmeye başlıyor. Başlarda birkaç arkadaşı okulu terk edip gidiyor. Onun da aklından geçiyor bir ara. Ama O kalıyor. Çünkü okul müdürünün, öğretmenlerin, öğrencilerin kendilerine karşı sevecen tavırları bunda etkili oluyor. Sonra o kadar seviyorlar ki okullarını yaz tatillerinde bile köylerine gitmeyi canları istemiyor…
Çifteler Köy Enstitüsü bitince, Hasanoğlan’da açılan Yüksek Köy Enstitüsüne gidiyor Tahsin Yücel… Orada Bahçe ve Tarım bölümünde okuyor. İsmet Paşa’yı, Hasan Ali Yücel’i, İsmail Hakkı Tonguç’u yakından görüyor. Tonguç bizzat dersine giriyor, öğretmeni oluyor.
Kitap okuyor bol bol… Hatta yazmaya da başlıyor. Bir roman yazıyor, sonra beğenmeyip yırtıp atıyor. Ama bu yazma deneyimi onu sonraki yıllarda her konuda düşüncelerini anlatacak bir disipline kavuşturuyor. “Arıcılık Bilgileri” kitabının baskısı 15.000’e ulaşıyor. Keza “Meyvecilik Bilgileri” kitabı da… “Tarım İşleri” kitabı ortaokullarda ders kitabı olarak kabul ediliyor. “Ütopya”yı yazıyor sonra…
Yüksek Köy Enstitüsünü bitirince Zonguldak İli Ulus ilçesine gezici başöğretmen olarak atanıyor. Bu sırada Savaştepe Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmen Havva Yücel ile evleniyor. 1955’te Gönen İlköğretmen Okuluna tarım öğretmeni olarak atanıyor.
1961’den sonra İzmir’de çeşitli ortaokullarda fen bilgisi öğretmeni olarak çalışıyor. 1973 yılında da emekli oluyor.
Öğretmenin emeklisi olmaz derler. O da hiç durmadan çalışıyor. Okuyor yazıyor…
Tahsin Yücel öğretmenimiz, bizim Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfımızın kurucu üyelerinden. Dikili’de oturmasına rağmen Ankara’ya uğradığı zaman mutlaka vakfımıza da uğrar. Genel Kurullarımıza bizzat katılır. Üyelik görevlerini hiç atlamadan yerine getirir. Düşünce ve görüşleriyle bize daima katkıda bulunur…
28 Nisan akşamı ödülümüzü kendisine okul arkadaşı, hem Çifteler Köy Enstitüsünden, hem de Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünden ağabeyi Abdullah Özkucur sunsun istedik. İkisini de sahneye çağırdık. O sırada salonda bulunan dostlarımız alkıştan salonu inlettiler. O an görülmeye değerdi. 70 yıl sonra yeniden sahnede bir araya geldiler. Özkucur öğretmenimiz kısa konuşmalardan sonra ödülü kendisine sundu. Fotoğraflar çektirdik. İki eğitim çınarının arasında ben de yerimi aldım… Kendimi çok mutlu saydım. Bir öğretmen olarak Tahsin Yücel’i tanımış olmaktan onur duydum. Kendimi şanslı saydım.
Dedim ya, Cumhuriyetin ışığıyla aydınlanmış bir kuşaktan onlar. Hala yolumuzu aydınlatmaya devam ediyorlar…
Nice güzel ve aydınlık günlere Tahsin Yücel öğretmenim…
Sağlık ve mutlulukla…
23 Mayıs 2017
17 NİSAN 2017 EMEK ÖDÜLLERİ KONUŞMASI
ZARİFE SAKARYA
Montaigne ünlü eseri Denemeler’i kendini tanıtmak için yazar. Çünkü bir insanda bütün insanların meselelerinin bulunduğuna inanır ve Montaigne kendini anlatırken aslında tüm insanlığın meselelerini anlatır. Tıpkı bunun gibi bir köy enstitülünün hayatını özetlemek aslında o dönemdeki tüm köy çocuklarının hayatını özetlemek; yaşadığı koşulları, karşılaştığı sorunları anlatmak da o dönemin Türkiye’sinin toplumsal yapısını (yaşamını,sorunlarını, düşünce yapısını vb.) anlatmak demektir.
Bugün sizlere Emek Eğitim Ödülü verdiğimiz üç köy enstitülünün hayatlarından kısa bir özet sunacağız:
TAHSİN YÜCEL
1926 yılında Kütahya’nın Emet ilçesinde bir manifaturacının oğlu olarak dünyaya gelir. Üç yaşında kaybettiği babasını hiç tanımaz. Babasının işlerini devralan üvey ağabeyi (babasının ilk eşinden olan oğlu) ne yazık ki işleri yürütemez ve elde avuçta ne varsa tüketir. Kimi zaman Emet’te kimi zaman annesinin köyü Kayı’da sürdürdükleri yaşamlarında dayısının ve amcalarının yardımıyla ayakta kalmaya çalışırlar.
1933 yılında Emet’in tek okulu Gazi Kemal İlkokuluna başlar. Alfabenin fiyatı yalnızca 11 kuruştur ama onlarda ne alfabe ne de bir defter alacak para vardır. Öğretmeni de ilgisini ondan esirgeyince ilk yıl başarısız olur. Ertesi yıl kullanılmış bir alfabe edinir ve okuma yazmayı öğrenir.
Yaz tatillerinde ayakkabıcı ve terzi çıraklığı yaparak evin geçimine yardımcı olur. Cumhuriyet gazetesiyle bu çıraklık
günlerinde çalıştığı dükkanın yanındaki kahvehaneye gelen gazeteler aracılığıyla tanışır.
İlkokulu bitirdiği yıl başka bir okula gidemeyince gönüllü olarak bir yıl daha 5. sınıfın derslerini izlemek için okula devam eder.
1940 yılı ilkbaharında ilkokul öğretmeni ile ilçe maarif memuru Hamza Güner’in yönlendirmesiyle Çifteler Köy Enstitüsüne yazılır. Bu kararından annesine söz etmez. Enstitüde yapıcılık kolunu seçer. 1944 yılında mezun olur ve evine bile gitmeden doğrudan Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsüne gider. Burada da Tarla Bahçe bölümüne kaydolur.
Dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer’in Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’ne yaptığı bir ziyaret sırasında “Bir ağacın güzel meyvelerine kurt girince değeri azalır. Köy Enstitülerine de kurt girmiştir, bunu temizleyeceğiz.” sözleriyle enstitülere karşı yükselen düşmanlığı özetlediği 1946 yılından bir yıl sonra bir “meyve kurdu” olarak mezun olur. Zonguldak iline gezici başöğretmen olarak atanır. Daha sonra hemen her enstitülünün yaşadığı sıkıntıları yaşar. Askerlikten sonra köy öğretmeni olarak atanır. Savaştepe Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmen Havva Yücel ile evlenir.
“ Köy enstitüsünde öncelikle ülkeme özveriyle hizmet etme ülküsünü edindim. Bunun yanında kitap okuma, bilgiyi arayıp bulma ve uygulama, tarımda ve sanat işlerinde üretici olma alışkanlığı kazandım. Okumaya alışan insan zamanla yazmaya da özeniyor” diyen sayın Tahsin Yücel anlattığı ders notlarından da yararlanarak kendi arıcılık deneyimlerini aktardığı “Arıcılık Bilgileri” adlı hayli ilgi gören kitabını 1962
yılında yayınlar. Bu kitabı “Meyvecilik Bilgileri” ve “Tarım İşleri” adlı kitapları izler. İlkokullar için fen bilgisi, hayat bilgisi ve matematik dallarında ders kitapları ve yardımcı ders kitapları yazar. Bir yayınevinin tarım ansiklopedisi yayımlamak amacıyla oluşturduğu ekipte yer alır. İlk cildinin yayınlanmasına rağmen yayınevi satışı az gerekçesiyle ansiklopedinin yazımını durdurur.2000 yılında “Atatürk ve Atatürkçülük” adlı eseri, 2009 yılında da köy enstitülerindeki yaşamı ve öğrencilerin mezun olduktan sonra köylerdeki çalışma hayatlarını , yaşadıklarından hareketle anlattığı “Ülkü Erleri” adlı romanını yayınlar.
1973 yılında emekli olan sayın Tahsin Yücel çalışmalarına yaşamını sürdürdüğü İzmir’de devam etmektedir.
SÜLEYMAN ÇALIŞKAN
Beş çocuklu ailesinin ikinci çocuğu olarak 1929 yılında Uşak’ın Karahallı ilçesinin Paşalar köyünde dünyaya gelir. Paşalar, köy halkının Ege ovasına mevsimlik işçi olarak gittiği ekilebilir toprağı az bir köydür. 1936 yılında köyündeki ilkokula başlar. Öğretmeni iki kez askere alınınca öğretmensiz kalır ve eğitim hayatı kesintiye uğrar. Bu nedenle ilkokulu geç bitirir.
Çifteler Köy Enstitüsüne 1946 yılında ilkokul öğretmeninin yönlendirmesi ve yardımıyla kaydolur. Mezuniyetinden sonra çeşitli köylerde çalışır ve her köy enstitülünün o dönemde karşılaştığı sorunlarla karşılaşır , mücadele eder.
Süleyman Çalışkan öğretmenimiz 1946 yılından başlayarak önce arada bir ,1979 yılından bu yana da her gün
günce tutarak soyadının hakkını verir.Her yılın güncesini bir ciltte toplar. Güncelerinin dışında yaşadıklarından, gördüklerinden, yaptıklarından, düşündüklerinden hareketle kaleme aldığı bir çok eseri vardır.
Bu eserlerinden bazıları şunlardır:
1. Çifteler Köy Enstitüsünde Okuyorum
2. Öğretmen
3. Işıksoy’un Doğuşu
4. Halit Ziya Topluluğu
5. Muzaffer Mert Anlatıyor
6. Beyoğlu ve Oğulları
7. Paşalar’ın Birliği
8. Öğretmen Bekleyenler
SABRİ KURT
Dört çocuktan sonra köye gelen nüfus memurlarına ailesinin tahmini olarak 1931 doğumlu diye yazdırdığı Sabri Kurt’un yaşamı Uşak –Banaz- Büyükoturak köyünde başlar. Yedi çocuklu ailesinin üçüncü çocuğudur. Köy enstitülülerin bir çoğuna göre daha şanslıdır. Çünkü köyünde beş sınıfın da öğretmeni olan bir yatılı bölge okulu vardır. Okulu olmayan
çevre köylerin çocuklarının yatılı olarak geldiği bu okulun mezunlarından Çifteler ve Savaştepe’ye gidenler vardır.
1942 yılında aynı okuldan mezun iki arkadaşıyla birlikte Savaştepe Köy Enstitüsüne kabul edilir. Enstitüyü, enstitülerin yıkım sürecinin başladığı 1946 yılında bitirir. Kısa süren köy öğretmenliğinin arkasından 1947 yılında Yüksek Köy Enstitüsüne seçilir. Üç ay okumadan köylünün üniversitesi olarak nitelendirdiği Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatılır. Dönemin ilköğretim genel müdürü Yunus Kazım Köni tarafından, “ Siz yeni geldiniz. Burada zehirlenmediniz . Sizi öğretmen yapacağım.” sözleriyle Balıkesir Necati Eğitim Enstitüsüne gönderilir. Okullarınız 5 yıllıktı denerek önce bir yıl lise müfredatını okur sonra da edebiyat bölümünde okumak istediği halde okul idaresinin kendisine sormadan uygun gördüğü fen fen bölümünü bitirir. 1950 yılında Savaştepeden sınıf arkadaşı Vahide Yıldız ile evlenir. Bir taraftan sürgünlerle uğraşırken bir taraftan da haksızlıklara karşı direnişinde daha güçlü olabilmek için hukuk fakültesine kaydolur. 1968 yılında
mezun olur. İzmir barosunda iki dönem başkanlık yapar. Barolar Birliği Genel Kurullarında görev alır.
Bernard Shaw’ın “bütün çalışma gücümü kullanıp tükettiğim zaman ölmek isterim” sözünü ilke edinerek çalışmalarını sürdürdüğünü dile getiren sayın Sabri Kurt’a çalışmalarında başarılar dileriz.
Öğretmenlerimizin bize verdikleri desteğe sonsuz teşekkürler.
BİR ÖĞRETMEN DESTANI…
ERDAL ATICI
Vedat Türkali, “Boşuna çekilmedi bu acılar” diyor, “Bekle bizi İstanbul” adlı şiirinde. Kurban Bayramının ikinci günü Çankırı / Şabanözü’nde Bilal Kaymakçıoğlu öğretmenimizin anı dosyasını okurken hıçkıra hıçkıra ağladım. Şaka değil…
Bugüne kadar birçok roman, anı, öykü okudum, kiminde kederlendim, kiminde coşkulandım, mutlu oldum, ama hiçbiri beni Bilal Kaymakçıoğlu’nun anıları kadar sarsmadı.
Bilal Kaymakçıoğlu kim?
Kaymakçıoğlu, Karaman / Kızıllı köyünde 1931’de doğmuş. İlkokulu köyünde bitirmiş, bir rastlantı sonucu öğretmeni tarafından İvriz Köy Enstitüsüne tavsiye edilmiş, nahiye müdürü tarafından sınavdan geçirilip seçilmiş cin gibi bir çocuk.
Babası Kurtuluş Savaşı gazilerinden Abdurrahman. Öncesi ve sonrasıyla tam beş yıl askerlik yapmış, Kurtuluş Savaşının başından sonuna kadar cephelerde bulunmuş savaşmış yoksul bir vatansever…
Gazi Abdurrahman öyle sıradan bir asker değil, okuması yazması olduğu için İsmet Paşa’nın, Mustafa Kemal’in yanında bulunmuş, onları tanımış. Atatürk’e inanmış, savaştan sonra da onun yaptıklarını yürekten desteklemiş…
Gazi Abdurrahman, oğlunu okutabilmek için yollara düşmüş bir Anadolu ereni. Düşünün Kızıllı köyünden Karaman’a, Karaman’dan Ereğli’ye yayan yapıldak bir yürüyüş… Sabah Namazıyla yola çıkıyorlar, İkindi Namazında Karaman’a varıyorlar. En ucuz hanlardan birine yerleşiyorlar. Ertesi günü milli eğitim müdürünün karşısına çıkıyorlar, ancak müdür, “bir hafta geç kaldıklarını, üç çocuğun bir hafta önce okula gönderildiklerini, çocuğu kendisinin bırakıp gelmesini” söylüyor milli eğitim müdürü…
Çaresiz, hana dönüyorlar. Karaman’a gelecek kadar parası var. Cumartesi Pazar Karaman’da kalacaklar, pazartesi yola çıkacaklar ama oralara hangi parayla gidecekler?
Bu Kurtuluş Savaşı Gazisi Abdurrahman, çocuğunu handa bırakıp Cumartesi, Pazar amelelik yapıyor ve oraya gidecek kadar para kazanıyor.
Pazartesi, Karaman’da Ereğli’ye trenle gidip, oradan da enstitünün kamyonuyla okula ulaşıyorlar. Oğlunu okula kaydettirip geri dönmek için trenden bilet alıyor, burada Gazi Abdurrahman’ın başına insanı derinden sarsacak bir olay geliyor.
Gazi son parasıyla bilet alıp cüzdanına yerleştiriyor. Ne ki, cüzdanı yankesiciler tarafından cebinden çekiliyor. Tren bilet kontrolü yapan görevli kompartımana geliyor, Gazi cüzdanına el atıyor yok. Öte beri, yok Allah yok! Gazi Abdurrahman, olayı baştan sona anlatıyor, bileti aldığını, cüzdanına koyduğunu ve öyle bindiğini ama şimdi cüzdanıyla birlikte çalınmış olduğunu fark ettiğini anlatıyor. Ama kontrolör inanmıyor. “Yalan söylüyorsun, kaçak bindin ve yakalandın, seni en yakın istasyonda indireceğim.” Yalan söylemediğini, oğlunu okula kaydettirip, geri döndüğünü, falan anlatıyor. Ama adam dinlemiyor. “Biraz sonra hazır ol” deyip çıkıyor. Gazi’nin içi yanıyor. Trenden inmesi demek; önce Karaman’a, oradan da köye kadar günlerce yürümesi demek.
Görevli gidiyor, ancak Gazi Abdurahman’ın içinde yaşlı bir ihtiyara bu kadar zalim olunamayacağına dair bir umut var içinde.
Orada kompartımanda bulunan ve kontrolörle tartışmalarını izleyen yolculardan genç bir adam: “Amca kaç yaşındasın” diye soruyor. “45” diye yanıtlıyor…
“O zaman sen İstiklal Savaşına katıldın.”
“1918 yılında, 17 yaşında askere katıldım. Beş yıl hiç izne gelmeden İstiklal Savaşında savaştım. Cumhuriyet ilan edildikten sonra teskere alıp köye döndüm.”
“Şu hale bak. Beş yıl İstiklal Savaşına katıl, vatanı kurtar, trene binerken cüzdanını çaldır, devletin treninde bir memur bozuntusu seni indirsin, ne günlere kaldık…”
Tren ilk istasyona yaklaşırken aynı memur Gazi Abdurrahman’ın karşısına dikilir. “kalk bakalım, kapıya yaklaşalım…” Biletçi ciddidir. Gazi daha fazla tartışmayacaktır. İçindeki dağlar gümbür gümbür yıkılmaktadır.
Birden kompartımanı sarsan bir ses duyulur; “Otur amca sen, ben buradayken seni kimse bu trenden indiremez.” Gazi’yi pantolonundan çekip yere oturtur.
“Bana bak memur bozuntusu, karşındaki trenden atacak olduğun adam beş yıl izin yapmadan bu ülkenin istiklali için savaşmış bir Gazi… Vatanı kurtaranlardan, Cumhuriyet kuruluncaya kadar vatan bekçiliği yapmış, sen bugün bu trende maaşla çalışabiliyorsan, bunların sayesindedir. Bu adam cüzdanını çaldırmış belli. Sen onu yalancılıkla suçladın. Sende hiç kafa zeka yok… Kes bu amcanın cezasını parasını benden al…”
Gazi Abdurrahman bu olaydan çok etkilenmiş ki, Karaman’da trenden inince iki kağıt alıp bütün olup biteni oğlu Bilal Kaymakçıoğlu’na yazıyor…
Okumasını istiyor. İyi öğrenmesini…
Kaymakçıoğlu’nun anıları İvriz Köy Enstitüsündeki öğretmenlerden, derslerden, yaşantılardan oluşuyor. Kimi zaman bu çocukların yetiştirilmelerine hayranlık duyuyorsunuz. Öğretmeniyle, öğrencisiyle bu idealist kuşağın nasıl yetiştirildiğine tanık oluyorsunuz…
Bilal Kaymakçıoğlu’nun anıları tam bir öğretmen destanı. Bizlere birçok konuda ders verecek nitelikte.
Sen çok yaşa öğretmenim. Eline, yüreğine, kalemine sağlık…
Erdal Atıcı
13 Eylül 2016
ERDAL ATICI SARIYER BELEDİYESİ 4. EDEBİYAT GÜNLERİ PANEL KONUŞMASI
Değerli Öğretmenlerim,
Bu panele Konuşmacı olarak katılan Saygıdeğer Ağabeylerim,
Saygıdeğer Konuklar,
Hepinizi Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Yönetim Kurulu adına saygıyla selamlıyorum…
Ayrıca, 4. Sarıyer Edebiyat Etkinlikleri arasına “Edebiyat ve Köy Enstitüleri” başlıklı bir açıkoturum koyarak, bizleri buraya davet ederek sizlerle buluşturan Sarıyer Belediye Başkanımız Sayın Şükrü Genç ve Belediyemiz Kültür Müdürlüğü çalışanlarına sonsuz teşekkür ediyorum…
Saygıdeğer Konuklar,
Köye yönelik yapıtların ilki sayılan Karabibik 1890’de, Ebubekir Hazım Teperyan’ınKüçük Paşa’sı 1910’da Refik Halit Karay’ın Memleket Hikâyeleri 1919’da, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban’ı ise 1932’de basılmıştır.
Köy Enstitülü yazarların yapıtları ortaya çıkıncaya kadar, Anadolu halkının, yani % 80’ini oluşturan köylülerin yaşamına ilişkin yapıt sayısı yok denecek kadar azdır.
17 Nisan 1940’ta, bu aynı zamanda İkinci Dünya Savaşının en harlı dönemidir. Türkiye’de bir eğitim seferberliği başlamış ve Köy Enstitüleri doğmuştur.
Köy Enstitülerinde üzerinde en çok durulan, olmazsa olmaz olarak düşünülen konulardan biri öğrencilerde okuma bilincikazandırmasıdır. Bu bilincin pek çok konuda anahtar olacağı düşünülmüştür. Okuma bilinci edinmenin kişinin kendisini yaşam boyu yetiştirmesinde etkin bir araç olduğu kabul edilmektedir.
Kişi okuma bilinci kazanınca değişik kişilerle ilişki kurar, onların fikirlerini öğrenir, o fikirleri tartışır hale gelir bu da, ilerlemeyi, gelişmeyi sağlar. Okuma bilinci köye gidecek öğretmen için ayrı bir önem taşıyordu.
1930’lu 1940’lı yıllarda köylerinde hiçbir iletişim aracı olmadığı gibi, okuryazar da yoktu. Öğretmenin kendisini geliştirebilmek için izleyeceği tek yol kitap okumaktı. Okuma bilinci olmayan öğretmenin bir süre sonra bildiklerini unutacağı, yeni bilgileri, gelişmeleri öğrenemeyeceği açık bir gerçekti.
Köy Enstitülerinde köye giden öğretmene demirbaş olarak çok sayıda kitap da verilirdi.
Köy Enstitülerinde serbest okuma notla değerlendirilir, sınıf geçmede dikkate alınırdı. Okumalarda sınırlama yoktur. Köy Enstitülerinde öğretilen ders ve iş konularını aydınlatmaya, genişletmeye yarayacak her türlü parça üzerine çalışılabilir, şiir, öykü, roman okunabilirdi. Ancak öğrencilerin yaşı ve sınıfı her zaman göz önüne alınmıştır. Kitap okuma saatlerinde sınıfça kümece okumalar yapıldığı gibi bireysel okuma da yapılabilirdi. İvriz Köy Enstitüsü öğrencisi Mehmet Karaman ilk yılları anlatıyor.“110 kişiyiz camide 3’lü ranzalarda yatıyoruz. Bakanlıktan devamlı kitap geliyor. Beni kitaplık görevlisi yaptılar. Yer yok kitaplar çuvalda. Okuma saati gelince kitapları çuvaldan çıkarıp bir masanın üstüne seriyorum. Herkes bir kitap alıp okuyor. Saat bitince kitapları tekrar çuvala koyuyordum.”(1)
Aynı Mehmet Karaman kapatılış döneminde kitapların nasıl yakıldığını anlatıyor; “Gizli bir emir geldiği söyleniyordu. Kitaplar kamyona dolduruldu, tarım alanına götürüldü. Üç öğretmen öğrencilere gözlemci olarak gitti. Tenekelerce gazyağı götürüldü, serpilerek döküldü. Yanma kolay olmadı. Öğrenciler gelberilerle devamlı karıştırdılar. Öğrencilerin beyinlerinin yıkanması için yeterli zaman geçmişti. Komünist kitaplar diye tantana yapıldı. Gelip geçenler durup seyrediyordu. Yakılan kitaplar mezunlara verilen kitaplardı.” (2)
Köy Enstitülerinde uygulanan bu eğitim köy çocuklarınıkucaklayan, dönüştüren ve özgürleştirenbir kirizma eğitimidir.
Dönemin aydınlık yüzlü Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in dünya klasiklerinin Türkçeye çevirtmesi de bir kültür ve yazın olayıydı. Enstitülerde uygulanan iş eğitimi okuma eğitimiyle birleşiyor, Mahmut Makal’ın deyimiyle “Kültür işe dolanıyordu.”
“Bu eğitim sitelerinde iş eğitimi çeşitli yönleriyle sürüp giderken, duvarlar örülüp çatılar çatılırken, tarım alanları ekilip biçilirken, ülkede yayınlanan dergi ve gazeteler de didik didik ediliyor, okunuyor, tartışılıyordu. Dergiler, bazı gazetelerin Genç Kalemler sayfaları enstitü öğrencilerinin yazı ve şiirleriyle dolup taşıyordu.”(3)
Köy Enstitülü yazarlarımızdan biri olan Fakir Baykurt, “Benli Yazılar” adlı yapıtında; “Dikenlerin arasından çıkıp gelmiş bir yazarım ben. Yüzyıllarca karalıkta bırakılmış köylerin birinden Akçaköy’denim. Ailem yoksuldu... Evimizde bir tek kitap yoktu. Cumhuriyet beni götürdü, açtığı Köy Enstitüsünde eğitti, öğretmen yaptı: elime kalem verdi yurdun yazarları arasına kattı...” diyor.(4)
Köy Enstitüsü öğrencileri okuyorlar, düşünüyorlar, tartışıyorlar ve köylünün içinde bulunduğu ilkel koşullardan kurtulmasının yollarını arıyorlardı. Atatürk’ün dediği gibi “Yedi asırdan beri cihanın dört köşesine sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini yabancı topraklarda bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna mukabil –daima tahkir (aşağılama), terzil (alçaltma) ile mukabele ettiğimiz ve bunca fedakârlıklarına, ihsanlarına karşı nankörlük ve cebbarlıkla uşak menziline indirmek istediğimiz bu asil sahibin huzurunda bugün ihtiramla hakiki vaziyetimizi alalım.” halkın üstüne örtülmüş olan karanlığı yırtmak için kendilerini yetiştiriyorlardı. Okul gazetesi çıkarıyorlar, Yazdıkları şiirleri, öyküleri, yaptıkları araştırmaları yayınlıyorlardı. Kendileri de dergiler duvar gazeteleri çıkarıyorlardı. (5)
Köy Enstitüsü öğrencilerinin ürettiği yapıtlar, enstitülerdeki çağcıl eğitimden, bu eğitimin getirdiği düşüncelerden çıkmıştır.
Köy Enstitülerinde öğrencileri iş içinde, iş aracılığıyla, iş için eğitimi anlayışıyla yetişirken, çok sağlam bir kişilik sahibi oldular. Bu eğitim içinden çıkan yazarlar, köklü, bir okuma, düşünme bilinci edindiler. Başta Tonguç olmak üzere enstitüleri kuranlar, orada görev alan usta öğreticiler, öğretmenler, yöneticiler; “Altı yüzyıl baskı altında tutulmuş ve susturulmuş bir halkın çocuklarına verilecek eğitimin, onların beynindeki ve dilindeki baskının kaldırılmasını, sanki ana erek olarak almışlardı. Bu kuşağın, içinden çıkan yazarlar da dahil, en önemli özellikleri halktan ayrı düşmemeleridir. Yazar olanlarınsa, kalemlerini korkusuzca halktan yana, Anadolu gerçeğini aydınlatmaktan yana kullanmalarıdır. Yazılarının özellikleri, halkın yalın diliyle yazılması ve bu dilin yazınımıza girmesini sağlamalarıdır. Dünya yazınını özümsemiş ve çağcıl bir dünya görüşüne ulaşmış olmalarıdır.” (6)
Hasan Âli Yücel, bu durumu şöyle niteler: ”Edebiyata kendi giren köylü…”
Sonuç olarak; Köy Enstitülerinden yetişen 16.290 öğretmenin içinden, onlarca siyasetçi, bilim insanı, sanatçı, şair, yazar, hatta bir de olimpiyat şampiyonu güreşçi çıkmıştır. ( Ahmet Bilek)
Özellikle yazın alanında çok başarılı olmuş yazar ve şairler var. Bunları alfabetik sıraya göre paylaşmak isterim…
Köy Enstitülü şair ve yazarlar…
Dursun Akçam: Cılavuz Köy Enstitüsü’nü ve Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirdi. 18 yapıtı var. Bazıları: Ölü Ekmeği, Taş Çorbası, Haley, Kafkas Kızı, Kanlıderenin Kurtları…
Talip Apaydın: Çiftler Köy Enstitüsü’nü ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nü Bitirdi. 33 yapıtı var. Bazıları: Ortakçılar, Toz Duman İçinde, Vatan Dediler, Köylüler, Tütün Yorgunu…
Behzat Ay: Düziçi Köy Enstitüsü’nü ve Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirdi. 15 yapıtı var. Bazıları: Dor Ali, Sürgün, Sis İçinde, Kuşku ve Korku, O Uzun Yalnızlık…
Yusuf Ziya Bahadınlı: Pazarören Köy Enstitü’nü ve Gazi Eğitim Enstitüsü’ne bitirdi. 18 yapıtı var. Bazıları: Güllüce’yi Sel Aldı, Gemileri Yakmak, Açılan Kapılar, İtin Olayım Ağam, Geçeneğin Karanlığında…
Mehmet Başaran: Kepirtepe Köy Enstitüsü’nü ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nü bitirdi. 30 yapıtı var. Bazıları: Nisan Haritası, Meşe Seli, Çarığımı Yitirdiğim Tarla, Zeytin Ülkesi, MemetçikMemet…
Fakir Baykurt: Gönen Köy Enstitüsü’nü ve Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirdi. 55 yapıtı var. Bazıları: Yılanların Öcü, Tırpan, Keklik, Kalekale, Çilli…
Adnan Binyazar: Dicle Köy Enstitüsü’nü ve Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirdi. 19 yapıtı var. Bazıları: Masalını Yitiren Dev, Ölümün Gölgesi Yok, Ağıt Toplumu, Dedem Korkut, Yazın ve Dilimiz…
Osman Bolulu: Akpınar Köy Enstitüsü’nü ve Gazi Eğitim Enstitüsünü bitirdi. 23 yapıtı var. Bazıları: Yurt Boyu Sevişmek, Uzun Koşu, Belleksiz Toplum, İnsanlığın Solmaz Gülleri, Yağmur Sonrası…
Ali Dündar:Pazarören Köy Enstitüsü’nü ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nü bitirdi. 15 Yapıtı var. Bazıları: İlk Öpücük, Ekmek Kokusu, Dil ve Düşünce, İnançtan Bilime, Osmanlıcadan Yaratıcı Türkçeye…
Nadir Gezer: Arifiye Köy Enstitüsü’nü ve Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirdi. 13 yaptı var. Bazıları: Hanife Nineden Öyküler, Şenlet, Öğretmenin Destanı, Aydınlığa Yürüyenler, Yalnız Adamın Düşleri, Yerodamdan Notlar….
Ümit Kaftancıoğlu: Cılavuz Köy Enstitüsü’nü ve Necatibey Eğitim Enstitüsü’nü bitirdi. 17 yapıtı var. Bazıları: Dönemeç, Yelatan, Çarpana, Tüfekliler, Hınzır Paşa…
Mahmut Makal: İvriz Köy Enstitüsü’nü ve Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirdi. 17 yapıtı var. Bazıları: Hayal ve Gerçek, Memleketin Sahipleri, Bizim Köy, Yeraltında Bir Anadolu, Kuru Sevda…
Osman Şahin: Dicle Köy Enstitüsü’nü ve Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirdi. 24 yapıtı var. Bazıları: Kırmızı Yel, Acente Mirza, Fırat’ın Sırtındaki Kan, Geloş Dağı Efsanesi, Son Yörük…
Ali Yüce: Düziçi Köy Enstitüsü’nü ve Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirdi. 22 yapıtı var. Bazıları: Şeytanistan, Boyundan Utan Darağacı, Halk Çağı, Asılacak Kitap, Şiir Sıcağı…
Şevket Yücel: Dicle Köy Enstitüsü’nü ve Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirdi. 20 yapıtı var. Bazıları: Güneşin Parmakları, Görmeden Gidenler, Beyaz Sesler, Kuş Gölgesi, Sevgi Güneşi….
Bunların dışında bir ya da birkaç kitabı olanlardan saptayabildiklerimiz:
Macit Aşkan, Arif Aslan, Enver Atılgan, Recep Bulut, Ali Çiçekli, Kemal Çukurkavaklı, Nebi Dadaloğlu, Maksut Doğan, Hüseyin Ecer, Feyzullah Ertuğrul, Yusuf Gür, Esef Işık, Şerif İken, Hasan Kalender, Haşim Kanar, Hasan Kıyafet, Ahmet Köklügiller, İbrahim Kuyumcu, İbrahim Osmanoğlu, Refet Özkan Vehbi Polat, Fehmi Salık, Hüseyin Sezgin, Adem Solak, Mustafa Şanlı, İbrahim Şimşek, Selahattin Şimşek, Hüseyin Avni Tatar, Hasan Turan, Ahmet Uysal, Hayrettin Uysal, Mahmut Yağmur, Veli Yazar, Hazım Zeyrek
Hacı Angı, Mehmet Cimi, Refik Cevahir, Asaf Aktan, Bekir Semerci, Mevlüt Kaplan, Mustafa Özer, Süleyman Şimşek, Mestan Yapıcı, Ali Yılmaz, Hayati Tahsin Yılmaz, Yılmaz Sunucu, Tufan Doğan, Arif Baş, Hasan Kudar, Pakize Türkoğlu, Naciye Makal, Abdullah Özkucur, Cavit Binbaşıoğlu, Muttalip Çardak, Turan Altuntaş, Dursun Kut, GalıpCandoğan, Fethi Esendal, Süleyman Adıyaman, Hasan Özden, Nedim Şahhüseyinoğlu, Bahattin Uyar, Musa Uysal, Ali Kemal Gözükara, Rüştü Kartal, Halil Oran, Bahattin Fırtına, Niyazi Ünsal, Demirel Babacanoğlu, Cemal Yıldırım, Fikri Taştemel, Sıtkı Demir, Mahmut Saral, İsmihan Şirin, Ahmet Z. Özdemir, Tahsin Yücel, Fahri Ercan, Sabri Özer, Osman Nuri Poyrazoğlu, Galip Akın, Nedim Menekşe, Mehmet İri, Galip Gürler, Neşet Tınaztepe, Mustafa Onar, Hüseyin Öztürk, Fazlı Aydemir, Süleyman Çalışkan, Fuat Önder, Ali Koçak, Memiş Akdoğan, Mustafa Bakkal… (7)
Kaynakça:
(1) Köy Eğitim Sistemi Köy Enstitüleri, Mustafa Aydoğan, Kendi Yayını, Nisan 2006 Ankara.
(2) Köy Eğitim Sistemi Köy Enstitüleri, Mustafa Aydoğan, Kendi Yayını, Nisan 2006 Ankara.
(3) (Mahmut Makal, Afrodisyas Sanat dergisi Nisan 2010)
(4) Benli Yazılar, Fakir Baykurt, Sayfa 1
(5) Mustafa Kemal Atatürk, 1 Mart 1922
(6) Mahmut Makal, Afrodisyas Sanat dergisi Nisan 2010
(7) Kaynak: Mahmut Makal’ın a.g.y
Erdal Atıcı
erdalatici@gmail.com
------------------------------------------------------------------------------
Ferit Oğuz Bayır
Mutahhar Aksarı
Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı
Başkan Yardımcısı
muaksari@yahoo.com
Ferit Oğuz Bayır’a 115. Yıl Armağanı olarak düzenlenen “Köy Enstitülerinden Doğan Edebiyat” başlıklı bu etkinlikte yer almaktan büyük bir onur duyuyorum.
Böyle güzide bir topluluğu bir araya getiren başta değerli Bayır Ailesi olmak üzere Köy Enstitülerini Araştırma ve Eğitimi Geliştirme Derneği ile Foça Belediyesi’ne sonsuz teşekkür ve saygılarımı sunuyorum.
&&&&&
Ferit Oğuz Bayır’ı Köy Enstitüleri’ni anlama ve kavrama yolculuğumda tanıdım. Tonguç’un –Köy Enstitülülerce söylenen adıyla Tonguç Baba’nın- en güvendiği dostu ve “kardeşi” olarak bildim. Tonguç, Bayır’a mektuplarında hep “Kardeşim Ferit” olarak seslenmiştir. Öğrendim.
İlk ve Tek yapıtı “Köyün Gücü”nü okuduğumda daha yakından tanıdım.
Belki bu nedenden dolayı eksiğim olacağını baştan kabul ediyorum. Ve inanıyorum ki, sizler beni bu konuda bağışlayacaksınız. Benim kendimi tamamlama sürecime destek vereceksiniz.
&&&&&
Şöyle düşünüyorum: Ferit Oğuz Bayır, kitabına bu adı boşuna koymamıştı. “1936’dan 1946 yılına kadar yapımcı, eğitici işte alın terlerini, göz nurlarını cömertçe akıtanlar, kol ve kafa güçlerinin çekiçleştiği yıllarda işbirliği ettiğim her bakımdan güçlü köy çocukları”na (Bayır 1971: 3) olan inancından, “İhtilâlin gerçekleşmesinde meydan savaşları vermiş kadın erkek Anadolu insanının döğüşte yarattığı ölüme koşma, ölme yiğitliği”ne (Bayır 1971: 5) olan hayranlığından vermiştir diye düşünüyorum.
&&&&&
Bayır yaşam öyküsünü kısa ama özlü biçimde şöyle anlatır:
”Simav’da doğdum. Kırk beş yıl süren askerliğini Dömeke, İşkodra, Pilevne, Yemen savaşlarına da girerek er, onbaşı, çavuş, başçavuş, zabit vekili, milâzımısani, milâzımıevvel, yüzbaşı ve kolağasılıkla bitiren Bayır köylü (Bilecik) okumaz yazmaz Alinin oğluyum. 1920’de Edirne öğretmen okulundan çıktım. Batı Trakya’da çetecilik, Bulgaristan’a sığınmak, Yunanistan’da esirlikle sonuçlandı. 1921’de Anadolu’ya geçtim. 1923’de topçu teğmeni olarak terhis edildim. Foça’da ilkokulda öğretmenliğe başladım. 1959 Ekimine kadar ilkokul öğretmenliği, Aydın, Balıkesir ve İzmir’de ilköğretim müfettişliği, İzmir’de başöğretmenlik yaptım. 1933’de Seyyar Terbiye Sergisinde görevliydim. Edirne Karaağaç, İzmir Kızılçullu, Manisa Horozköy eğitmen yetiştirme kurslarında çalıştım. 1939 Ağustosundan 1946 Eylül ayına kadar Milli Eğitim Bakanlığı ilköğretim genel müdürlüğünde şube müdürlüğü yaptım. Banguoğlu 1950’de Bolu kitaplığına sürdü. Avni Başman Bakanlıktaki görevime döndürdü. 1957’de Attilâ ilkokulunda sınıf öğretmenliğini iki yıl yaptım. Askerliğimle beraber 43 yıl çalıştım. Kişiliğimi (Çalışma) kavramında bulurum.”(Bayır 1971: Arka kapak yazısı)
Şu cümle dikkatimi çekti:” Kişiliğimi (Çalışma) kavramında bulurum.” Gerçekten 99 yıllık yaşamında hiç boş anı geçmediğini okuduklarımdan görüyorum. 43 yıllık eğitimcilik yaşamı bitmez bir türlü. Yerleştiği Foça’da zeytinlik kuruyor. Pansiyonculuğu başlatıyor. Uzun süre de kendisi işletiyor.
&&&&&
Bayır, hiç ikirciklenmeden savaşa gidebilen, şerefi için çetecilik eden, haksızlıklara karşı duran, gururlu, yürekli bir kişilik sahibidir.
Hasanoğlan Köy Enstitüsü baskınına tanık olmuştur. Enstitülerin komünist yetiştirdiği savıyla, milli olmayan eğitim verdiği önyargısıyla sorular soran Karabekir ve yanındakilerin haksızlıkları karşısında çok sert yanıt verir:
”Yaz demeden kış demeden, gecesini gündüzüne katarak bu toprakları vatanlaştırmağa çalışan ona terini, bilgisini karıştıranların milli duygularının geliştirilmediğini, tarih kültürlerinin noksan olduğunu söyleyenler acaba bir gün böyle çalışmış bir tek fidan dikmiş, böylesine yaratıcı bir aşk ile bu toprağı sevmişler midir?”(Bayır 1971: 292) Talip Apaydın öğretmenimin anlatımıyla da Bayır “Bu çocuklar, Çanakkale’de Doğu cephesinde, Yemen’de, Kurtuluş Savaşı’nda kanlarını akıtan, canlarını veren Türk köylüsünün çocuklarıdır. Yurt sevgisi bunların kanına işlemiştir ve bu doğrultuda yetiştiriliyorlar. Siz o aradığınızı burada bulamazsınız!” (Apaydın 2003: 98)
&&&&&
Ferit Oğuz Bayır; Köy Enstitüleri Destanının yaratıcılarından olup pek önde görünmez. Tonguç’un Anadolu’yu karış karış dolaştığı zamanlarda “…genel müdürün aktif kalmasını, gözünü açmağa lüzum kalmadan, yazılara imza atması güvenini” sağlamış, “Kendisini, müsteşar veya Bakandan kâğıtların taşıdığı her türlü iş hakkında bir olumsuz soruya” uğratmamıştır. “Müsteşarların, Bakanın da güvenleri”nin (Bayır 1971: 183) sürüp, gitmesine zemin hazırlamıştır.
“Ferit Oğuz Bayır Düşün ve Sanat Ödülü”nün oluşumu sırasında kendi adı geçmemesi için direnir seçici kurula:”Bayır köylü ilkokul öğretmeni deyin”(Aydoğan, Kanalıcı: 2003: 6) diyerek.
&&&&&
Şimdi ben susuyorum. Sizleri bir an Ferit Oğuz Bayır’ı dinlemeye çağırıyorum. Başaran’a yazdığı mektuptan aktarıyorum:
“Geçmişimi, öksüzlüğümden başlayarak bu yaşa kadar, müsvedde kertesiyle çızıktırmak istiyorum.
Çünkü sade sokaktaki oluşumla, bir meslek kişiliğimle, dünyamda direndim.
1940’lı yıllardan beri, dünyaca duyulmuş Türk Halk Hareketi’nin içinde devindim.
1926’da İlköğretim Müfettişliğiyle ilk Cumhuriyet müsveddesi işçi olarak başladım.
Falih Rıfkı Atay’ın, “Deniz aşırı” kitabıyla okyanusları dolaşarak insanlığı, yönetimlerini, taşıdıkları yürekleri, kendi ülkem için irdeleyerek öğrendim.
HAKİKAT romanında “laik” kavramına sahip oldum.
1927’de Müfettişliği, Sındırgı yolunda sürdürürken köylülerin ilköğretim davasını, birlikte kağnıların uğraştıkları bir yol tıkanıklığını gidermemizi anlatan el yazımla anlatışıma borçluyum.
1933’te Seyyar Terbiye Sergisi’ndeki Hakkı Tonguç, Hayrullah Örs, Sadri ertem’le birlikteliğimde halkın içinde dertleşmeler yaparak, köylüyle düşüp kalkmamın kaynaklığıyla uyandım.
Bu yolculukta, “Aşk Ahlakı” kitabına, Amerikan terbiyesinin kibrit satarak kapital zenginliğine ulaştırıcılığını bana terbiye ilkesi olarak yutturmaya çalışan Bakanlık Müfettişiyle (Reşat Şesettin) İNSAN dergisinden okuduğum, batan bir geminin sandalına (istiabı 12 kişi) boğulmaması için 13. adamın alınması hakkını savunarak yanlılığımı, hepliği seçtiğimi, ilke olarak karşımdakine tekrarladım.
Bakanlıktaki Cevat Dursunoğlu, Teknikte Rüştü Uzel, Hasan Âli Yücel ve illa ki Hakkı Tonguç düşüncesi doğrultusunda, yoğun işim, 1937’de Eğitim Şefi olarak köylü insancıklarımızla çalışmaya başladım (Edirne). Kızılçullu, Manisa Horozköy kurslarında, Köy Enstitüleri kavramının özüne varmaya girişenlerdenim.” (Aydoğan, Kanalıcı: 2003: 66-67)
Mehmet Başaran’ın “Aydınlanma Yolunda… Eğitim Emekçisi Ferit Oğuz Bayır” adlı nehir gibi akıp giden, akıcı, şiirsel yapıtının yaşamını anlatan tek yapıt olduğunu da vurgulamak isterim. Ne büyük bir onurdur Mehmet Başaran Öğretmenim için…
&&&&&
Bayır; dost canlısıdır. İçtenlikli davranır. İzmirli öğretmenlerin “Koca Şef”idir. Çok çalışkandır. Arifiye Köy Enstitüsü Müdürü Süleyman Edip Balkır’ın, “Ferit Oğuz, ilk eğitmen kurslarından birinin yöneticisi olarak girdiği köy işlerinden sonradan şube müdürü adıyla Tonguç’un yardımcılığını yapmıştır.
1937 yılından 1946’ya kadar aralıksız gık demeden geceli, gündüzlü bir serdengeçti ruhuyle, yıpratıcılığını yakından bildiğim, büyük savaşımızın fırtınaları içinde hep ayakta kalmıştır” (Bayır 1971: 179) sözleri de bunu kanıtlamaktadır bir yerde.
&&&&&
Hemen Tonguç ile olan ülkü birliğine, dostluğuna, kardeşlik düzeyine yükselmiş birlikteliklerine bakalım mı? Çünkü birbirine çok benzemektedir Tonguç ile Bayır’ın özellikleri:
“Hakkı Tonguç masa adamı değildi. O kadar değildi ki, resmi yazıların eğitim teşkilatının rutini içinde dosyalanacağını çok iyi bildiği için, arkadaşlık, tanışlık, dostluk münasebetlerinden göreve katkıda bulundurmağa uğraşırdı. O, basit memur silikliğini taşımadığı, akıncı insan olduğu için resmiyeti, özelliği hep işi ateşlemek uğruna kullanırdı.(Bayır 1971: 127)
(…)
Ömrünün sonuna kadar, köy insanını, gençliğini, çocuğun eğitim hakkı yönünden inanla savundu. Köy enstitülerini alın terleriyle yapan, bayındırlayan köy gençliğinden, öğretim kadrosundan eliyle kurban vermeğe asla yanaşmadı. (Bayır 1971: 120)
(…)
Kurtuluş Savaşı’nın yoğurduğu, ödün vermeyen devrimci cumhuriyet eğitimcisi idi. Bakanlıkta uydumculuk yapmadı.” (Bayır 1971: 110)
&&&&&
Köyün Gücü’ne Friedrich Engels’ten belirlemeleriyle başlar. Engels’in “Almanya’da Köylü İsyanları” adlı yapıtı okurunu köy düşüncesiyle buluştururken kaynak olmuştur. Köy Toplumbilimden yararlanmıştır. Bu da Bayır’ın birikimini anlamamızı sağlar.
Ardından Türkiye köy gerçeğine başvurur. Hem de 8 yıl gizli tutulan Devlet Planlama Teşkilatı’nın 1961 tarihli araştırmasına. Toprağından kopmamıştır. Tıpkı yarattıkları Köy Enstitüleri gibi…
&&&&&
Mektuplaşma, Köy Enstitülülerin kendi aralarında kullandıkları en geçerli iletişim yoludur. Tonguç’un siteminden anlıyoruz Bayır’ın az yazdığını:
“Kardeşim Ferit,
işlerimin çokluğundan ben sana yazamıyorum. Sen de mi çok meşgulsun, susuyorsun…(10.10.1946)” (Aydoğan, Kanalıcı: 2003: 7)
&&&&&
Kurtuluş Savaşı sonrası eğitim kadrolarındaki bürokrasiden başlayarak yaşanan gerilemeyi sert ifadelerle şöyle açıklar:“Kurtuluş savaşı dizginlerini ellerinde tutanlar, 1923’den beri temel eğitimi geliştirmek için, devrimci ekipler aramadılar, kurmadılar, rejimin cumhuriyet adını almasının, yeni nesil yaratmıyacağını, tersine ancak yeni bir neslin lâik cumhuriyeti ihtiyaç halinde köklendirip yeşerteceğini benimsemediler. Türkiye’nin kurtuluşu için; bilimsel yolu arayan, tabiatın üretim araçlariyle sömürülmesi yolunda oluşlar ve buluşlar peşinde kooperatifleşerek devamlı çalışan, teknikli ve metotlu iş yapan insan tipinin asıl olduğu ilkesine can vermediler. Cumhuriyetin emanet edildiği, sahiden genç kuşakların eline geçmesinin yollarını çığırlaştırıp açamadılar.
Yurt çocuklarının tümünü köyde, kasabada birbirlerine ve kamuya yararlı kılacak yolda yetiştirmek yerine; şehirli kentli sayısının çok az ve kısır ekonomik bünyesine saplanıp kaldılar.
…
Devletin adı Cumhuriyettir. Fakat yönetme işlerinde çarkı döndüren kadronun beyni Osmanlılık tutuculuğudur.” (Bayır 1971: 34)
&&&&&
Kazım Karabekir ve yanındakilere Hasanoğlan’da nasıl karşı çıktıysa aynı biçimde Kemal Tahir’e de karşı çıkar. “Bozkırdaki Çekirdek” adlı romanında Kemal Tahir Köy Enstitülerini (Bizdeki toplumsal ve siyasal şartlar içinde Köy Enstitüleri, köylü çocuklarının çile çekme ve azla yetinme yatkınlıklarından faydalanarak en ağır işlerde gaddarca çalıştırılıp sömürülmelerinden başka bir sonuç veremezdi. Nitekim bu deneme, son hesaplaşmalarda biz Türk aydınlarının halk düşmanlıklarımızı değilse bile, halka hiç acımadığımızı isbatlamıştır) diyerek kara çalmaya kalkışmıştır.
Köyün Gücü’nde “Kemal Tahir Gibi Düşünenlere” başlığı altında yazdığı eleştiri çok yerinde ve tutarlıdır. Salt “Kemal Tahir’e” seslenmemiştir. Eleştirilerini tekilleştirmemiş, çoğula-kitleye yöneltmiştir. Bu biçemiyle yüksek öğretim kurumlarımızda okutulacak düzeydedir:
”Köylü çocuklar Enstitülerde ilk günden sağlık ve sosyal yardım dayanışması içinde kucaklanmışlardır. Anaları, babaları, bacıları, kardeşleri de enstitüye geldiklerinde köy görenekleri içinde ağırlanmışlardır.
Köy Enstitülerini eleştirirken yalnız delilsiz, isbatsız ‘en ağır işlerde gaddarca çalıştırmak’ yargısından hareket etmek çok sakattır.
(…) Çalışmayı, yaşamın temeli saymayanlar ‘Gaddarca, en ağır’ kelimelerini de işkembelerinden uydurarak, yaratıcı işe saldırabilirler. Hele bu bir roman bürüsünden büsbütün hınç çıkarma kılığına girer.
(…) Halka acımak değil kendisi halktan olanların hizmet yeri köy enstitülerinde tüme yararlı işi bilerek isteyerek güce göre belirli süre içinde yapıp çatanlardan bir çoğu Kemal Tahir örneği şiir, roman yazıyorlar.
(…) Köy Enstitülerinde uygulanan eğitim çalışmalarını, milli ileri bir toplum oluşumu için ve onun doğrultusunda görmemek tarihi akışın dışında kalmaktır. Tarihi determinizm, memleketçi bir amaçla seferberliğe geçmek için önceden olumlu şartların yaratılmış olmasını, bünye değişikliğine varacak bölüm bölüm iş seferberliklerini tamamlamış olmayı zorunlu sayar.
(…) Kemal Tahir, 21 Köy Enstitüsünün yaşantısına girmeden, hayalinin yönetiminde çelişmelerle kendini yitirmiştir. Şundan ki, Köy Enstitüleri memleketi belli bir amaca, ekonomik özgürlüğe yönetmek için köy gücünü bilinçleme, yayma ve sıçratma eyleminin karargâhları idi.” (Bayır 1971: 308-311)
&&&&&
Atatürk’ün Cumhuriyet yönetimine giden yolda devrimlerini, devrimci düşüncelerini en iyi anlayan yakın çevresinde bir avuç aydın vardır. Mahzar Müfit Kansu, Nafi Atuf Kansu, Saffet Arıkan, Mustafa Necati, Hasan Âli Yücel, Sabahattin Eyupoğlu, Rüştü Uzel, İsmail Hakkı Tonguç, Ferit Oğuz Bayır ve ardından üretici, devrimci, cumhuriyetçi eğitimden geçmiş yazarlar, eğitimciler ve aydınlar… “Köy Enstitülerinde Fikir Yapısı”nı “1939-1946 yıllarında, bakanlığın bütün olarak köyle ilgili ilköğretim işlerinin tümü şube müdürlüğü süzgecinden geçerek ayrıntıları ile görmüş, incelemiş, gereğini formüle etmiş biri olarak” Ferit Oğuz Bayır şöyle anlatır:
“Köy Enstitülerinde yetişenlerin toplumsal potaları; insan soyunu aşağılatan işlemlere karşı koymak, kendi ulusunun sorunlarına dalmak, köy toplumlarına yukarıdan bakan baremci bir memur postu özleyicisi olmamak, iktidarın kapısına yanaşmacı olmamak… Aramızda bu karakteri işin, bildiğimiz üretici işin yaratacağı düşüncesi asıldı.”(Bayır 1971: 278)
&&&&&
Bayır’a göre “Cumhuriyet Hükümetlerinde” “…halksız düzenin değiştirileceği hakkında hiçbir organizasyon kararı yoktur” (Bayır 1971: 45) ve kaynak yokluğu, çalışan olmadığı gibi bir sürü boş sözle halkın isteklerinin nasıl boğulduğunu anlatır:
“Büyük devlet adamı ağzı ile ileri sürülen bahaneler:Zaman meselesi, para meselesi, bütçemizin hâli, ağır yük gibi, işi erteliyen laflar arasında köylü halka karşı olan görev: İlk eğitim, öğretim, eğitimde fırsat ve imkân eşitliği ana hakları da güme gitmiş, devrimler de pembe köşklerin çevresinde biçimsel durumda çakılı kalmıştır”(Bayır 1971: 48).
Daha genel bir yaklaşımı iletir:“Bakanlık böyle düşünüyor, böyle istiyor, sonra karışmam lâfı bugüne kadar: Anayasanın, kanunların, programların, çalışan eğitimcilerin, halkın, olumlu işlerin canına okumuştur”(Bayır 1971: 61).
Yalnızca 1970’li yılların değil şu anki sorunun kökünü saptar Ferit Oğuz Bayır:”Devletin eğitimi, köylü halkla yapılacak işbirliği ile üretimci bir temele oturtma çabasına girişmemesi bugün çektiklerimizin köküdür”(Bayır 1971: 73).
&&&&&
Köy Enstitüleri sürseydi nasıl bir Türkiye oluşacaktı? Gelin bunu bizlere Ferit Oğuz Bayır söylesin:
“Köy ilköğreniminde tarımsal çalışmaların tekniğini yaymak, üretimin kooperatifleşmesini nüveleştirmekle görevli öncü güç, köy öğretmeni oluyordu. Böylece öğretmen ve okul bir işletme halinde ekonomik temele oturmuş olacaktı. Bu tek öğretmen de değildi. Gezici başöğretmenlik, müfettişlik, kesim denetmenliği, illere yaygın köy enstitüleri bölgeleri içinde köy halk gücü ile işbirliği yaparak üretici ve tüketici tarımsal örgütün eğitim hücresi oluyordu.
Kısacası: Köy okulu, Devletçe köylü halk yararına eğitim ve yönetim organları ile ilişkili bir “Milli Vakıf” haline sokulmuştu. Bu işletmeler asıl olan halk bilinçlenmesi ve işbirliği ile Türk köylüsünün, ortaçağ kalıntısı yalnızlığını yıkacak köyün gücünü çığırlaştıracaktı. İlk kez köylü halk, uyumlu bir cinstenlik ve metodla doğaya ve topluma yeniliğinin dokusunu örecekti.(Bayır 1971: 201)
&&&&&
Ferit Oğuz Bayır; bu uzun yolda pek çok sürgünler, acılar çekmiştir. Öteki Köy Enstitülüler gibi. Ama hiç yılgınlığa düşmemiştir. Umutsuz olmamıştır.
Der ki; “İşini kaybeden bizlerin yarına inanması lazımdı. Güneş tutulabilir, fakat sonsuz gece olmaz. Umutsuzluk işin kolayına kaçmaktır. Bilek, beyin, yürek gücüyle on tırnaklarıyla Türkiye doğasına saldıranlar ergeç mutlu olacaklardır”(Bayır 1971: 298).
&&&&&
Köy Enstitüleri ülküsünden ayrılmayacak olan biz gelecek kuşaklara Ferit Oğuz Bayır’ın vasiyeti var. Şöyle sıralıyor:”Emeğin tarihini çok iyi bilmemiz, Mustafa Kemal’i doğru anlamamız, bilimin yol göstericiliğinden sapmamamız gerek”(Başaran ?: 186).
İşte bendeki “Köyün Gücü”ne inanmış Ferit Oğuz Bayır…
Anısı önünde saygıyla eğiliyorum…
27 Aralık 2014
KAYNAKÇA
Apaydın, Talip. “Anıt Eğitimci Ferit Oğuz Bayır”, Ferit Oğuz Bayır’a Saygı, (Haz. M. Aydoğan, Z. Kanalıcı), Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Yayını, Ankara-2003
Aydoğan, Mustafa – Kanalıcı, Zeliha. Ferit Oğuz Bayır’a Saygı, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Yayını, Ankara-2003
Başaran, Mehmet. Aydınlanma Yolunda… Eğitim Emekçisi Ferit Oğuz Bayır, Kartal Belediyesi Kültür Yayınları: 1, ?
Bayır, Ferit Oğuz. Köyün Gücü, Ulusal Basımevi, Ankara-1971
----------------------------------------------------------------------------
EĞİTİM TARİHİNİN İNANÇLI VE DİRENÇLİ SAVAŞÇISI FERİT OĞUZ BAYIR…
ERDAL ATICI
Saygıdeğer Konuklar,
Hepinizi yönetim kurulumuz adına saygıyla selamlıyorum…
Konuşmama başlamadan önce Büyük Önder, Büyük devrimci, Cumhuriyetimizin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü saygı ve özlemle anıyorum…
19. yüzyılda dağılmakta olan bir imparatorluğun, en çok saldırıya uğrayan bir bölgesinde doğan Mustafa Kemal, mazlum milletlere örnek bir savaşla ulusumuzu özgürlüğüne kavuşturmuş, büyük devrimlerle de modern bir ulus yaratmıştır. 600 yıl kul olarak yaşamış bir halktan, yurttaş yaratmak tüm dünyada şaşkınlık yaratmış, Mustafa Kemal Atatürk’ü 20. Yüzyılın saygın devlet adamları arasında yerini almasını sağlamıştır.
Mustafa Kemal Atatürk’e karşı saldırıların arttığı bir dönemde, onun yaptıklarını yeniden değerlendirmek, onun için söylenenleri yeniden anımsatmak, ilke ve devrimlerine ödünsüz sahip çıkmak tüm yurttaşlarımızın temel görevi olmalıdır…
Bir kez daha saygı ve özlemle anıyorum…
Saygıdeğer Konuklar,
Toz duman içinde, yanmış yıkılmış bir imparatorluğun yıkıntıları arasında kuruldu Cumhuriyet… Yemen çöllerinden, Trablusgarp’a, Sarıkamış’tan Gelibolu Yarımadasına süren savaşların ateşi arasından çıktı Mustafa kemal…
Bozkırın ortasındaki bir Ortaçağ kasabasından yepyeni bir Başkent yarattı… Devrimciler, çamaşırlarını kendi yıkayan, ütüsünü kendi yapan milletvekilleri, yoksul halk, sivil asker bürokratlar el birliğiyle bağımsızlık mücadelesini başarıya ulaştırdılar.
Bir daha eski yıkımlar yaşanmasın diye devrimler gerçekleştirildi… “Teba” dan “yurttaş”, “imparatorluktan” “Cumhuriyet” yaratıldı…
İşte o kuşak; kanı, gözyaşını, ölümü yoksulluğu, açlığı gördü… O acıların, yoksullukların içinden yükseldi Cumhuriyet… Şimdilerde “Neyi ördünüz… Demirağlarla falan…” diye küçümsenmeye çalışanların bilmediği, sata sata bitiremediği ne varsa işte o fedakar, cefakar kuşağın eseridir… Tüm o eserler sabırla, inatla ve ölesiye çalışmalarla yapıldı…
O kuşağın eğitimcilerini, Mustafa Necatileri, Saffet Arkanları, Hasan Âli Yücelleri, İsmail Hakkı Tonguçları, Rauf İnanları unutturmamak biz eğitimcilerin, eğitimle uğraşan sendikaların, derneklerin, vakıfların vazgeçilmez görevidir. Hiçbir çıkar gözetmeden yeni kurulan Cumhuriyet için gecelerini gündüzlerine kattılar, yarattılar, ürettiler, paylaştılar…
“Geçmişi olmayanın geleceği olmaz” ilkesiyle hareket eden Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı, bu devrimcileri, aydınlanmacıları ve mücadelelerini anlatmayı sürdürecek…
İşte o aydınlanmanın öncülerinden biridir bugün ölümünün 14. Yılında saygıyla andığımız Ferit Oğuz Bayır…
Hiç ödün vermemiş, aynı doğrultuda kararlı ve inançlı yürümüş, yüz yıllık ömrünü boşa geçirmemiş, aynı doğrultuda yürümüş, yaşamı boyunca Atatürkçü, laik eğitimden yana, örnek bir eğitimcidir Ferit Oğuz Bayır…
Bayır;
Ferit Oğuz Bayır 1918 yılında Edirne Öğretmen Okulunda okurken Mustafa Kemal gördü, dinledi ve yaşamı boyunca onu hiç unutmadı. Bayır; Mustafa Kemal’i gördüğü gün söyle anlatır: “Yıl 1918… Gelibolu Savaşı yeni bitmiş, müthiş bir Mustafa Kemal rüzgarı ülkeyi sarmış. Herkes ondan söz ediyor. Efsane bir isim. Ferit Oğuz Efendi Edirne Muallim Mektebinde öğrenci. Yaşı 18, 19. Bir gün heyecanlı bir haber çıkmış. Albay Mustafa kemal Edirne’ye gelmiş. (Daha o sırada general değil) Muallim Mektebine de davet edilmiş, bizimle de konuşma yapacakmış. Sormayın bizdeki heyecanı. Ayak yerden kesiliyor. Ertesi günü geldi evet. Zayıf, incecik, avurtları birbirine geçmiş, ama çakı gibi genç bir adam. Bizi salona aldılar. Sahneye çıktı, önce selamladı. İnce, hırçın, çelik gibi bir sesle başladı konuşmaya. Daha ilk cümlelerde beni bir titreme aldı. Vatan sevgisini, Türk milletinin yüce vasıflarını, çalışkanlık, kahramanlık, millet için çalışmanın kutsallığı… Bir saate yakın konuştu. Titremem hiç durmadı. Yan gözlerle şöyle arkadaşlara baktım. Onlar da benim gibi titriyor. Yüzleri sapsarı… Ben o günden beri Atatürkçüyüm. Bir gün bile aklımdan çıkmadı. Beynimi, yüreğimi onlar yoluna adadım. Hep o aşkla çalıştım…” (Talip Apaydın, Ferit Oğuz Bayır’a saygı, s.97)
Ferit Oğuz Bayır, Cumhuriyetçi, Halkçı, aydınlanmacı eğitim meşalesini yüceltenlerden biriydi… Hiçbir zaman umutsuz olmadı. Haksız kıyımlara uğradığı dönemde bile hiç inancını yitirmedi. Bu konuda bakın ne diyor Bayır; “İşini kaybeden bizlerin yarına inanması lazımdı. Güneş tutulabilir, fakat sonsuz gece olmaz. Umutsuzluk işin kolayına kaçmaktır. Bilek, beyin, yürek gücüyle, on tırnağıyla Türkiye doğasına saldıranlar er geç mutlu olacaklardır…
Cumhuriyete kanat geren eğitimcileri, eğitim devrimcilerini, aydınlanmacıları saygıyla selamlıyorum… Onların yaktığı meşale yolumuz aydınlatmaya devam ediyor…
NOT: VAKIF BAŞKANIMIZ ERDAL ATICI'NIN 10 KASIM 2012 TARİHİNDE YAPILAN "FERİT OĞUZ BAYIR'A SAYGI" ETKİNLİĞİNDE YAPTIĞI KONUŞMADIR...
------------------------------------------------------------------------
“DÜNYAYI GÜZELLEMEYE GELMİŞ BİR YAZIN ADAMI TALİP APAYDIN”
ERDAL ATICI
Otobüsümüz Ankara’dan hareket ederken sanki bir daha dönmeyecekmişiz gibi bakıyorum geriye… Milyonlarca insanın kahrını, çilesini, sevincini, hüznünü çok katlı binalara hapsedip, birkaç günlüğüne de olsa Ankara’yı geride bırakıyoruz. Film arası gibi kısa bir zaman için Karadeniz kıyılarının güzel ilçesi Amasra’ya gidiyoruz.
Amasra Belediyesi ve Edebiyatçılar Derneği’nin Ortaklaşa düzenlediği “Amasra Temmuzu Kültür ve Sanat Festivali”nin bu yıl onur konuğu, edebiyatımızın usta kalemlerinden biri Talip Apaydın… Talip Apaydın’ın verilecek ödülün sunuş konuşmasını Edebiyatçılar Derneği Başkanı Gökhan Cengizhan’la birlikte yapacağız. Ertesi gün Abdullah Nefes, Gökhan Cengizhan ve Metin Turan’la birlikte “Köy Enstitülerinin Edebiyatımıza katkıları” bir açıkoturumda konuşacağız…
Otobüste Talip Apaydın’la yan yana oturuyoruz. Karşımızdaki koltuklarda Edebiyatçılar Derneği Başkanı Gökhan Cengizhan, yanında şair Abdullah Nefes. Arkamızdaki koltuklarda Abis müzik grubunun üyesi aydınlık yüzlü gençler oturuyor…
Talip Apaydın’la tanışalı kaç yıl oldu diye düşünüyorum. Kendisiyle tanışmadan önce yapıtlarıyla tanışıklığımızı düşünüyorum. Sanırım ilk okuduğum yapıtı “Sarı Traktör”dü. İşte o zamandan beri duygudaş olarak tanıyorum kendisini. En büyük dostluk duygu dostluğu, aynı pencereden bakabilmek yaşama. Aynı sözcüklerin ışıttığı yoldan gidebilmek ışıklı ülkelere… Aydınlanarak bakabilmek yaşamın gerçekliğine…
Otobüsümüz, güçlü ışıklarıyla karanlığı yara yara ilerlerken, geride kalan şehir karanlıklar içinde tükenip gidiyor. Önce büyük binalar bitiyor, sonra gecekondular, en sonunda da dağların eteklerindeki ıssız köyler… Bozkır başlıyor uçsuz bucaksız… Göz gözü görmüyor karanlıkta.
Apaydın’ın “Susuzluk” adlı şiiri geliyor aklıma; “Susadım/ Bozkırlar ortasında/ kurudu dudaklarım/ çağırmayın gelemem/ Bir tas su uzatın/ Çabuk olun biraz/ beni kurtarın” (Susuzluk 1956). Sonra Apaydın gibi bozkırın ortasında çırpınıp duran öğretmenlerimiz geliyor aklıma. Acaba bugün de var mıdır o öğretmenlerden Anadolu’nun bozkırlarında çırpınıp duran? Kaç zamandır köyler kendi derin uykularına terk edildi. Ses seda gelmiyor. Bir roman, bir öykü yok… Köy mü kaldı deniliyor sorulduğunda… En kötü hesaplamayla bugün yüzde 20 insanımız köylerde yaşıyorlar. Bu da 16 milyon insan demek! İstanbul 14 milyon nüfusuyla her gün televizyonlara haber olurken, köylerde yaşayan 16 milyon insanımızla ilgili bir tek haberin bile yapılmaması garip değil mi?
Gecenin yüreğine sürüyor yolculuğumuz. Konuşuyoruz… Birkaç gün önce Öykücü Osman Şahin’le telefonla görüştüm, Talip Ağabey için “Kahrın Ağır İşçisi Talip Apaydın” demişti, bunu anımsatıyorum kendisine, gülümsüyor. “Bir şiirimde kullanmıştım o dizeyi. Ardından Mehmet Başaran ‘Kahrın Ağır İşçisi Talip Ayaydın’ başlıklı bir yazı yazdı. Osman, güzel arkadaşım benim, hep onu söyler… Biliyor musun Osman Şahin benim en sevdiğim yazarlardan birisidir. Aydın, yurtsever, iyi yetişmiş bir öğretmen. Dilini çok iyi kullanan bir yazar. Koyacaksın öykülerinden birini lise ders kitaplarına çocuklarımız, gençlerimiz dilinin güzelliklerini görsün, tadını alsın… Ama nerede? Ülkemizde gençlerimiz yıllarca dünyanın üç büyük ozanından biri sayılan Nazım Hikmet’i tanımadan, şiirlerini okuyamadan büyüdüler. Nazım kendi ülkesinde yasaklıydı. Gizli gizli okuduk şiirlerini. Ben Nazım’ın tüm şiirlerini bilirim ama en az yüz tanesi ezberimdedir. Şimdi kaç öğrencimiz ezberinde şiir tutuyor?”
“Nice iğne deliklerinde geçip tüyünü vermeyen” yiğit kuşağın temsilcilerinden biri de Talip Apaydın... Yüzüne bakıyorum... Yüzündeki derin çizgiler içinden hüzünler akıyor… Ülkenin geldiği durum “Keşke bu kadar uzun yaşamasaydım da bugünleri görmeseydim” noktasına getirmiş onu. Acı içinde sık sık tekrarlıyor bunu. Cumhuriyetin ilk yıllarını, Köy Enstitülerini ve sonrasını anlatıyor. Yapayalnız kalışlarını… “Azizim diyor, bizden vebalı gibi kaçıyorlardı. Biz daha okulumuza varmadan haber ulaşıyordu. Bunlar komünist dikkat edin” diye uyarılar yapılıyordu.
Otobüsümüz İstanbul’a giden büyük karayolundan ayrılıyor, Bolu’nun Yeniçağa ilçesinden Bartın yoluna dönüyoruz. Bozkırdan sonra bu kez yemyeşil ormanların arasına dalıyoruz. Gölün kıyısından akıp gidiyor yol. “Karadeniz başladı” diyorum. Talip Ağabey, “Güzeldir Karadeniz’imiz, Akdeniz’imiz, Ege’miz, İç Anadolu’muz, Doğu ve Güney Doğu Anadolu’muz” diyor, “Ama bu yoksulluk, bu sömürü düzeni, insanlarımızın din baskısıyla sömürülmesi…”
Yurt sorunlarından hep sorumlu hissediyor kendini. “Ah kardeşim ah! Şu Köy Enstitüleri birkaç yıl daha kalıverseydi, tüm korkuları yıkılacaktı ülkenin, köylü çocukları olarak içerisinden çıktığımız ilkel koşulları el birliğiyle değiştirecektik.” Bir süre uzaklara bakıyor ve “Borç” adlı şiirini okuyor ezberinden… “İnsanlar, borçluyum size/ Sözlerle, seslerle renklerle/ Bunca güzellikleri yaratanlar/ Borçluyum size/ Kolay Ödenmez/… Ne tad alıyorsam dünyada/ Sizin eseriniz/ Geriye ne kalırdı/Siz olmasaydınız… Nice doğruları söylediniz/ Kutup yıldızı gibi değişmez/ Daha ben yokken açtınız/ Dümdüz yolları/ Geriye dönülmez/… Demirin pası var/ Ama özü eğilmez/ İnsanlar borçluyum size/ Kolay ödenmez.” (Kırsal Sancı, 1999)
…
Gecenin bir yarısı konuşa konuşa Amasra’ya ulaşıyoruz. Amasra Belediyesi konuksever, otobüs garajında karşılıyorlar bizi. Otelimize yerleşip, yıldız düşmüş denizin kıyısında güzel bir lokantaya oturuyoruz. Balık, rakı ve yıldızlar… Bir yandan konuşurken, diğer yandan denize bakıyorum… Yıldızlar göz kırpıyor çağlar öncesinden. İlk Çağ Tanrıları sanki aramızda ve bizimle kadeh kaldırıyor… Fatih Sultan Mehmet “Lala Lala Çeşm-i Cihan bura mı ola?” diye soruyor Amasra’ya doğru eğilmiş… Gecenin geç saatlerinde dönüyoruz otele…
Ertesi günü (10 Temmuz 2012) Amasra Belediyesi Sefa Park’ta Talip Apaydın’a Onur Konuğu plaketini verecek. Edebiyatçılar Derneği Başkanı Gökhan Cengizhan’dan sonra sözü bana veriyorlar, sunuş konuşmamı yapıyorum:
“Saygıdeğer Konuklar;
Edebiyatımızın büyük ustalarından biri olan Talip Apaydın’ı kişiliğiyle, yapıtlarıyla, ödülleriyle ve edebiyatımıza katkılarıyla anlatmak gerçekten çok zor. Bana verilen bu sınırlı zaman içinde onu yaşamından ve yapıtlarından örnekler vererek tanıtmaya çalışacağım.
Öncelikle, edebiyatımıza; şiir, anı, öykü, oyun ve roman alanında 42 yapıt kazandırmış, yalnızca Kurtuluş Savaşımızı anlatan romanları, Toz Duman İçinde (586 sayfa) Vatan Dediler (530 sayfa) Köylüler (448 sayfa) Toplam: 1564 sayfa olan bu büyük yazarımızın önünde saygıyla eğiliyor ve sizleri onu alkışlamaya davet ediyorum…
Ayrıca; Amasra Belediyemize, Belediye Başkanımız Sayın Emin Timur’a, Edebiyatçılar Derneği Başkanı Sayın Gökhan Cengizhan’a ve etkinliğe emeği geçenlere bu değerbilirliklerinden dolayı çok çok teşekkür ediyorum…
Buradan TÜYAP gibi büyük kitap fuarı organizasyonlarına da sitemde bulunmak istiyorum. Bugüne kadar Talip Apaydın gibi edebiyatımıza 42 yapıt kazandırmış büyük bir yazarın TÜYAP Onur Konuğu olmaması, görmezden gelinmesi bizleri üzüyor.
Saygıdeğer Konuklar,
Talip Apaydın 1926 yılında, Ömerler köyünde doğdu. Üç yaşında iken Beypazarı’nın Kapullu köyüne (babasının köyü) göçtüler. Orada büyüdü. Üç sınıflı köy okulunu okudu. Annesi üç yaşında iken öldü. Üvey ana elinde zor bir çocukluk dönemi yaşadı. Yoksulluk, karanlık… Babasının hiç toprağı yoktu. El tarlalarında ortakçılık (yarıcılık) yapardı. Karabasan gibi geçti, Apaydın’ın o yılları… Beypazarı’nda yoksul köy çocukları için açılan parasız yatılı pansiyonlu okulda dördüncü beşinci sınıfları okudu. Babasının onu okutacak gücü yoktu. Bir rastlantı olarak Hamidiye Köy Öğretmen Okulunun açıldığını, ilkokulu bitirmiş köy çocuklarını aldığını öğrendiler. 10 Kasım 1938 günü (Atatürk’ün öldüğü gün) oraya girebildi. Hamidiye Köy Öğretmen Okulu 1940 da Çifteler Köy Enstitüsü oldu.
Aslında çocukluğunda yaşadığı bu kapkaranlık acı yıllar onun kişiliğinde derin izler bıraktı. Apaydın’la yaptığımız bir söyleşide bu burumun yaşamını derinden etkilediğini anlatmış ve şöyle demişti. “İnsanoğlunun ilk 6 yaşındaki algıları çok önemlidir, hiç unutulmaz. Kişiliğimizin kurulmasında büyük katkıları vardır. O yıllarda yaşadığım haksızlık, kötülük olguları bende derin izler bıraktı. Haksızlığa, zulme hep karşı oldum. Ezilenden yana tavır aldım. Bugüne kadarki edimlerimde hep bunun izleri var.”
Hasan Âli Yücel Köy Enstitülerinden söz ederken, “Dağ başlarında kendi kendine açıp solan çiçek bırakmayacağız” demiştir. İşte Talip Apaydın eğer köy çocuklarının kurtuluşunu sağlayacak en büyük proje olmasaydı, büyük olasılıkla, babasının yazgısına ortak olacak ve yaşamını ortakçılıkla sürdürecekti.
Talip Apaydın, Çifteler Köy Enstitülerinde yaşadıklarını “Köy Enstitülü Yıllar” adlı yapıtında anlatmıştır. Kurtuluş Savaşımızın hemen ertesinde yaşanılan aydınlanma savaşının Kurtuluş savaşımızdan kalır yanı yoktur. Bozkırın ortasına binalar dikilir, su getirilir, elektrik getirilir. Çevre ağaçlandırılır. Bahçe kurulur meyve sebze yetiştirilir.
Apaydın beş yıl okuyarak, 1943 de Çifteler Köy Enstitüsü’nü bitirdi. O kararını enstitüde vermiş, yolunu çizmiştir. “Kendimi kurtarmak fikri toplumu kurtarmak, toplumu iyiye doğru değiştirmek fikrine dönüştü enstitüde.” İşte bu ilke yaşamı boyunca ve yazdığı yapıtlarda kendine rehber olacaktır. Köy Enstitülerinde aldığı iş eğitimi onu “Esen rüzgarlara karşı” dimdik durmasını sağlayacak, içinde çıktığı köylüleri, yoksul insanları, ezilenleri, sömürülenleri yazacak, onları bir bakıma kalemiyle savunacaktı.
“Ne rüzgârlar esti karşıdan
Gözümüzü kırpmadan göğüsledik
Bin yılların açığını kapatmak
Ne demektir, onu öğrendik.”
Köy Enstitülerinde uygulanan eğitimin en önemli yanı öğrencilere okuma sevgisi aşılanarak, okuma bilinci oluşturulmasıydı. Apaydın; “Dersi sevdiren, insanı düşündüren bir eğitim. Edebiyatın tadına böyle varabiliyor. Sürekli okumalarla arkası geliyor elbet. Köy Enstitüleri eğitiminde en çok önem verilen konulardan birisi buydu. Okumak… Yerli yabancı yazarları düşünürleri koğuşturmak. Her dönemde evimizde bir kitaplığımız oldu. Dergileri, yeni yayınları olabildiğince izledik. Yaşımız ilerledikçe kitaplığımız büyüdü odalara sığmaz oldu.” diyor bu konuda…
Talip Apaydın, bir tür köy üniversitesi olan ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsüne girdi. Burada İsmail Hakkı Tonguç en başta, Sabahattin Eyüboğlu, Prof. Hikmet Birant, Prof. Selahattin Batu, Vedat Günyol, Prof. İrfan Şahinbaş, Yunus Kazım Köni, Faik Canselen, Hamdi Keskin, Mahir Canova, Ulvi Uraz, Ruhi Su, Aydın Gün, Mehmet Öztekin… gibi önemli isimlerin öğrencisi oldu.
İlk şiir ve yazıları Yüksek Köy Enstitüsü öğrencileri tarafından çıkarılan “Köy Enstitüleri Dergisi”nde çıktı…
Ancak, II: Dünya Savaşı bitince, soğuk savaş dönemi başladı ve ülkemizde birdenbire işler değişmeye başladı. Bu yeni dünyada Köy Enstitülerine yer yoktu. Köy Enstitülerinin kapatılıp yerlerine yoksul kesimin çocuklarına İmam Hatip Liseleri açılacaktı. Apaydın, Yüksek Köy Enstitüsü’nde okurken kapatılma süreci başlatılmıştı. Gidenlerin gelenlerin hatti hesabı yoktu. Enstitüler hakkında inanılmaz bir iftira kampanyası başlatıldı.
“Çok partili döneme geçince Atatürkçü ilkelerden ödünler verilmeye başlandı. Halk tek parti döneminden memnun değildi, iyice bunalmıştı. CHP iktidarı giderek halktan uzaklaşmıştı. Parti ağaları ve bencil bir bürokrasi halkı eziyordu. Yeni kurulan Demokrat Parti’de bunu iyi kullandı. İktidara geldiklerinde her şey değişecek, ülke güllük gülistanlık olacaktı. Öyle konuşuyorlardı. Halk gittikçe o yana akıyordu. CHP’nin üst düzey sağ kesimi bundan çok rahatsızdı. İktidarı elden bırakmak istemiyorlardı onun için ödünler verilmeye başlandı. Okullara din dersi kondu. Köy Enstitüleri değiştirilmeye başlandı. Adım adım yozlaştırıldı. Kendi özgün eğitim sisteminden uzaklaştırıldı.” (1)
Bu karanlık rüzgâr içinde Talip Apaydın Yüksek Köy Enstitüsünü bitirdi ve Cilavuz Köy Enstitüsünde öğretmenliğe başladı. Ancak kısa bir süre sonra askere alındı. Yedeksubay okulunda 55 Köy Enstitülü arkadaşıyla birlikte çavuş çıkarıldı.
Yapılan baskılara direne direne yolunu buldu. “Sen yazar mısın öğretmen misin? Bundan sonra yazmayacaksın!” diyen valilere karşı kalemini hiç kırmadı. Bakanlık emrine alındı, sürüldü, kıyıldı ama halktan yana olan tavrını hiç değiştirmedi…
Saygıdeğer Konuklar,
Size Talip Apaydın’ın yapıtlarından söz etmek istiyorum. 12 roman, 13 öykü kitabı, şiir, anı, çocuk kitapları... 40 kitabı yayınlandı.
İlk Yapıtı “Bozkır’a Günler” (1952) İç Anadolu Bozkırlarını anlatır.
Şiirleri:
İlk Şiir Kitabı “Susuzluk” (1956) İnsan sevgisi, yurt sevgisini adeta bir kilim gibi dokur dizelerine… “Susadım/ Bozkırlar ortasında/ Kurudu dudaklarım/ Çağırmayın gelemem/ Bir tas su uzatın/ Çabuk olun biraz/ Beni kurtarın”
Kırsal Sancı (1999)
Romanları:
İlk romanı “Sarı Traktör” (1957) Köy insanı, köy yaşamı ve köyde değişim yalın bir dille anlatılır.
Yar Bükü’nde (1959), Toprakla uğraşan insanların en büyük sorunu olan su sorunu işlenir.
Yoz Davar (1960), Ortakçılar (1960), Issız Bozkırların çobanlarını anlatır. “Dilimizde yazılmış tek çoban romanıdır.”
Define (1978), Toz Duman İçinde (1974), Tütün Yorgunu (1975), Kente İndi İdris (1981), Vatan Dediler (1981), Köylüler (1991)
Öyküleri: Ateş Düşünce (1967), Öte Yakadaki Cennet (1972), Koca Taş (1974), O Güzel İnsanlar (1978), Alo Çocuklar (1979), Yolun Kıyısındaki Adam (1979), Duvar Yazarlar (1981), Yangın (1981), Elif Kızın Elleri (1981), Kökten Ankaralı (1981), Hendek Başı (1984), Hem Uzak Hem Yakın (1985), Karabasan (1989), Öykülerle Çizgiler (1998).
Anıları: Bozkırda Günler (1952), Köy Enstitüsü Yılları (Karanlığın Kuvveti) (1967), Akan Sulara Karşı (1985)
Oyunları: Bir Yol (1966), Çalgıcı Recep (1973), Yapılar Yapılırken (1970) (Basıma Hazır Dosya), Otobüs Yarışı (Basıma Hazır Dosya)
Denemeleri: Bilgiden Bilince Eğitim (1995)
Ödülleri: 1964 yılında “Toprağa Basınca” adlı çocuk romanıyla “Doğan Kardeş Çocuk Roman Ödülü”
“Yapılar Yapılırken” ve “Otobüs Yarışı” adlı basılmamış iki oyunuyla 1970 “TRT Sanat Ödülleri” yarışmasında iki başarı ödülü
“Tütün Yorgunu” adlı yapıtıyla 1976 Fikret Madaralı Roman Ödülü
“Köylüler” romanıyla 1992 Orhan Kemal Roman Ödülü
“Köylüler” romanıyla “Edebiyatçılar Derneği Büyük Ödülü”
17 Nisan 2009’da Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Eğitim Emek Ödülü
Saygıdeğer Konuklar,
Mehmet Başaran bir şiirinden esinlenerek Talip Apaydın için, “Kahrın Ağır İşçisi Talip Apaydın” diye bir yazı yazmıştı. Osman Şahin eğer buraya gelmiş olsaydı sunuşunun adı “Kahrın Ağır İşçisi Talip Apaydın” olacaktı. Ben sunuşuma yine bir şiirinden esinlenerek “Dünyayı güzellemeye gelmiş bir yazın adamı Talip Apaydın” adını verdim…
BEETHOVEN’İ DİNLERKEN
Derin bir suyun dibinde yürürken
Seslerle düşünüyor sözcükler yetmeyince
Başka bir yanından bakıyor dünyaya
Onu söylüyor acı çeken insana
Yalnızlığın tünelinde kaşları çatık
Yüzü bir kez olsun gülmemiş
Yürür gene de insan üstü gücüyle
Yok ki duyan dinleyen
Çünkü çok erken
Dünyayı güzellemeye gelmiş
Onca olmazların içinde
Dişleriyle demiri kemirirken
Sesleri evreni dolduruyor
İyi ki geç değil, erken
Kırsal sancı, 1999
Sözlerime bu şiirle son verirken öğretmenim Talip Apaydın’a kişiliğiyle bize örnek olduğu için, romanlarıyla, şiirleriyle, öyküleriyle, anılarıyla, denemeleriyle bizi aydınlattığı için ona hepimiz adına çok teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum.”
…
Amasra’da İki gün boyunca çok güzel duygular ve anlar yaşıyoruz. Talip Apaydın’ın ve Abdullah Nefes’in yazın tarihi sayılabilecek anılarını pür dikkat dinliyoruz.
Amasralıların sanatçılara, yazarlara, ozanlara sahip çıktıklarını görmek bizleri çok mutlu ediyor. Anadolu’da bu insanların varlığı umutlarımızı yüceltiyor. Onlar oralarda mücadele ettikçe biliyoruz ki; Anadolu’da aydınlanma ışığı sönmeyecek…
İki gün sonra, yemyeşil ormanlar içinden Bartın’ı, Çaycuma’yı, Devrek’i, Mengen’i, Yeni Çağa’yı geride bırakarak Ankara’ya dönüyoruz…
(1) Anadolu’da Aydınlanma Ateşini Yakanlar, Erdal Atıcı, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Yayınları s. 194
Not: Bu yazı Patika dergisinin Ekim - Kasım - Aralık 2012 sayısında yayınlandı...
BİR EĞİTİM DEVRİMCİSİ İSMAİL HAKKI TONGUÇ
Zeliha Kanalıcı
İ.Hakkı Tonguç ve Köy Enstitüsü Dostları, Ülkemin Aydınlık, özverili İnsanları,
Köy Enstitülerinin kuramcısı, kurucusu, uygulayıcısı, toplum ve ulus eğitimcisi, eğitim devrimcisi İ.Hakkı Tonguç’u ölümünün 52.yılında anmak, anlamak üzere burada toplanmış bulunuyoruz.İ.Hakkı Tonguç’u sonsuz sevgi ve saygıyla anıyorum.
Bu kısa sürede İ.Hakkı Tonguç’u ve Köy Enstitülerini anlatmak tabi ki olanaksızdır. O’nu anlamak ve anlatmak için , sadece O’nun kitaplarını okumak da yetmez. İ.Hakkı Tonguç’un kitaplarını tekrar tekrar okumak, anlamak, solumak gereklidir.
İ.Hakkı Tonguç adı ile, Köy Enstitüleri adı özdeşleşmiştir. Köy Enstitüleri deyince İ.Hakkı Tonguc, İ.Hakkı Tonguc deyince Köy Enstitüleri gelir usumuza.
Tonguç; “ Elimden gelse bütün dünya okullarının programlarına, insanın insanı sömürmemesi adlı bir ders koyardım. İnsanoğlunun kazanacağı en büyük zafer, korkuyu yenmesiyle elde edilecek zaferdir.” diyebilen büyük, bilge bir insandır.
Dostlarının, öğrencilerinin söylediği gibi;
Ülkeyi kucaklayan adamdır.
Beklenen adamdır.
Dev adamdır.
Geriliğin korktuğu insandır.
Eğitimimizin Atatürk’üdür.
Eğitimci Fuat Gündüzalp; “20.Yüzyılın dört büyük eğitimcisi vardır. Amerika’da John Dewey, Avrupa’da Kerschensteiner ve Decroly, Asya’da Tonguç. Birgün Tonguç’un heykelinin dikileceğinden eminim.” demiştir. Tonguç’un onlardan ayrılan yanları vardı.
Onlar düşüncelerini uygulama olanağını bulamamışlardır. Daha çok kuram düzeyinde kalmışlardır. Tonguç ise kuram ile uygulamayı birleştirmiş, bunu başarmıştır. Sonuçlarını gözüyle görmek yönünden onlardan daha talihli olmuştur.
İ.Hakkı Tonguç önce Eğitmen Kursları ve Eğitmen Örgütüyle; sonra Köy Enstitüleri ve Köy Bölge Okulları, Yüksek Köy Enstitüsü ve Sağlık kollarıyla düşüncelerini ulus ölçüsünde, bizzat uygulamış ve büyük başarı elde etmiştir. Bu başarıyla O, büyük bir halk eğitimcisi,toplum ve ulus eğitimcisi olmuştur. Unesko tarafından geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelere, O’nun, Köy Enstitüsü Sistemi önerilmiş ve İsviçre Pedogoji Ansiklopedisinde adı geçen tek Türk eğitimcisi İ.Hakkı Tonguç olmuştur.Bu ansiklopedi, uluslararası ün yapmış 500 bilgin, pedagog ve bilim kurulu tarafından meydana getirilmiştir.Bu ansiklopedinin 3.cilt, 455.sayfası Tonguç’a ayrılmıştır.
O’nun, gelişmekte olan ülkelere önerilen eğitim sisteminin özü, kendine , çevresine ve tüm insanlığa yararlı iş ve ahlak kavramını; insanın, sözden çok iş içinde, iş aracılığıyla iş için yetiştirilmesidir. Tonguç, buna yoğrum eğitimi, iş eğitimi demektedir. Tonguç’a göre yarının okulu, iş ve yaşam okulu olacaktır.
“Bugünkü uygarlıkta asıl gerek olan temel özellik; kesintisiz, sistemli ve yorulmak bilmeden çalışmak yeteneğidir ; bunu herkese bildirmek ve aşılamak tarihi bir ödevdir.” Tonguç
“Köy Enstitülerinin temel taşı iş’tir. İşi kaldırdınızmı köy enstitüleri yaşamaz.” Tonguç
Köy enstitülerinde iş, sadece öğrenip geçmek için değil, öğrendiği işin adamı olmak için, onun üzerinde eğitilmek için yapılır. Örneğin; bir fidan dikilse bile, okulun çevresini ağaçlandırmak için, ormanlaştırmak için dikilir. Bunlar büyütülür.Öğrenci hem fidan dikmesini öğrenir, hem de bunun üzerine alışkanlık kazanır. Çevresini ormanlaştırır, güzelleştirir.Öğrenci, bunun zevkini alır.Orman ve ağacın değerini anlar. Binlerce meyve fidanı dikilir. Tarla işlenir, tonlarca ürün kaldırılır.Bu işlerde çalışırken öğrenci, hem gerekli bilgileri edinir, hem de çalışmayı alışkanlık haline getirir. İşi sever, böylece öğrencinin yaratıcılığı gelişir.İşten korkmaz ; onun üstüne saldırır. İşi sonuçlandırır, ürün alır.
Köy enstitülerinde iş eğitimi denilince çoklarının usuna hemen kazma-kürek işi, işlik çalışmaları geliyor.Eğitim-öğretim, kültür derslerinin işlenişi , derslik içi çalışmalar bir yana atılıyor, görmezlikten geliniyor.Evet, köy enstitülerinde kazma-kürek işi vardı ;işlik, tarım-teknik çalışmaları vardı. Ama oralarda günün yarısında kazma-kürek, keser-testere, mala-madırga tutan eller, az sonra kağıt- kalem de tutardı , pergel, gönye, cetvel de tutardı, mandolin, keman, bağlama da çalardı. Halay çeker, horon teper, zeybek de oynardı.Kitap okur, öykü yazardı, şiir yazardı.
Yine Köy Enstitülerinde ‘çalışma’ denilince çoklarınca temel kazma, duvar örme, harç karma gibi uğraşılar anlaşılıyor. Haftada 11 saat teknik dersi, 11 saat tarım dersi çalışmaları; 22 saat kültür dersi olmak üzere toplam 44 saat zorunlu işlerde çalışmak görmezlikten geliniyor. Oysa Köy Enstitülerinde günün ve mevsimin koşullarına, enstitünün gereksinimine göre gece- gündüz demeden çalışılıyordu; hem de gün doğumdan gün batımına dek. Çalışma alanları, iş yerleri yalnızca bunlar da değildi. Kitaplık, kantin, kooperatif, elektrik santrali, un değirmeni, kümes, arılık, ahır, yatakhane, yemekhane gibi birçok yerlerin her türlü bakım, yönetim, temizlik işleri de nöbetle öğrenciler tarafından yerine getiriliyordu. Okulun, iç ve dış temizlik, bakım, koruma işi, çevre temizliği gibi yerler de bu iş alanları arasındaydı.
Enstitü öğrencileri yatakhane, yemekhane, okul gibi yerlerin temizliği, tertibi, düzeni; masaların hazırlanması gibi işlerde de temizlik alışkanlığı kazanıyorlardı. Tarım dersi çalışmalarında bağ dikerken, bozkırları ağaçlandırırken, sebze yetiştirirken; ekin ekerken, ürün kaldırırken, hem üretici çalışmanın zevkini kazanıyorlar, hem de iş sevgisini iliklerine dek sindiriyorlardı.
Hafta sonlarında topluca yapılan eleştiri saatlerinde öğrenciler, hoşgörü ve özeleştiri dayanıklılığı kazanıyorlar; nöbetçi başkanlıklarında, öğrenci örgütü çalışmalarında yöneticilik yönlerini geliştiriyorlardı. Bu tür uğraşlar, içinde kazanılan alışkanlıklar, öğrenilen bilgiler daha köklü oluyordu. Bunun gibi Doğa Bilgisi dersinde öğrencilere bitkileri tanıtma, bitki sevgisi kazandırma da iş içinde gerçekleşiyordu. Öğrenciler çevrelerindeki bitkileri toplamaya bunlarla bitki müzesi oluşturmaya teşvik ediliyordu. Öğrenciler böyle bir görevle doğaya yöneliyorlar. Kısa zamanda çevrelerindeki bitkilerle koleksiyon yapma zevki ediniyorlardı.
Özetlersek, köy enstitülerinde iş eğitimi, karakter eğitimidir, kişilik eğitimidir. İşi seven, işine taparcasına sarılan, özgür düşünen, düşündüğünü yazan, söyleyen, bildiklerini uygulayan, üretici ve yaratıcı insanı yetiştiren eğitimdir. Bu eğitimle yetişen kişi, kimsenin uyarısına ve denetlenmesine gerek görmeden, kendiliğinden sürekli çalışma alışkanlığı alan kişidir. Köy enstitülerinde iş eğitiminin amacı, hangi alanda olursa olsun öğrenciye çok çalışma alışkanlığı kazandırmaktır. Uygarlık, çalışma alışkanlığından doğmuştur. İnsan çalışarak, yaratarak, üreterek gelişmiş, biçim almış, insanlaşmıştır. Doğayı egemenliği altına almıştır.İ.Hakkı Tonguç “Çalışma alışkanlığı olmayan kişi can sıkıntısından kurtulamaz. Her türlü kötülüğün başı tembelliktir. Çalışanı az, çalıştıranı çok olan toplumlar çöker. “ diyebilen büyük bir eğitimcidir.
Şimdi, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı’nın çıkardığı, Kitaplaşmamış Yazılar Cilt 1-2’nin dışında, Eğitim Yoluyla Canlandırılacak Köy, Köyde Eğitim, İlköğretim Kavramı, İş ve Meslek Eğitimi, Elişleri Rehberi, Pestollozzi ve Çocuklar Köyü gibi, 14 yapıtıyla bizi aydınlatan , bilgilendiren bu büyük eğitimci İsmail Hakkı Tonguç’un , 1956 yılında öğrencilerinden birine yazmış olduğu, şimdiye dek hiçbir yerde yayınlanmamış, aslı İ.Hakkı Tonguç Arşivinde olan mektuplarından birinin içeriğini sizlerle paylaşarak konuşmamı bitiriyorum.
Ankara:12.VI.I956
“Aziz kardeşim A.Özkucur,
Mektubunu aldım. Kitapları alıp okumaya girişmen senin için pek iyi olacaktır sanıyorum.Dünyada insanlar için değerli kitaptan daha vefalı, daha sadık dost yoktur.Hele kitap okumasını bilenler bu sadık dostlar sayesinde ne çok şeyler kazanırlar, ne müthiş sıkıntılardan yakalarını sıyırıp gönül ferahlığına kavuşurlar. İnsanoğlunun bugünkü uygarlığa kavuşmasında kitabın oynadığı müsbet rolü hiçbir şey oynayamamıştır. Bilim ve sanat adamlarının, gerçek aydınların kıt olduğu çevrelerde yaşamak zorunda kalan,kafası işleyen kimseler, değerli eserlerden mahrum kalırlarsa , yağmursuz geçen yıllarda bozkırlarda görülen bodur ekinlere dönerler; hayatta hangi yöne doğru ilerlemek gerektiğini veya kendileri için faydalı yolun hangisi olduğunu kestiremezler. Onun için kitap denilen ışıldağa sımsıkı sarılacak olursak, aydınlatılmış bir yolda zorluk çekmeden, can sıkıntısına kapılmadan , kuşlar gibi öte öte rahatça ilerleyebiliriz. Köy öğretmenleri gibi ıssız çevrelerde yaşamak zorunda olan meslektaşların bu nimetten faydalanmayı bilmemeleri, verimli bir toprağa sahip olupta açlıklıktan kıvrananların haline benzer. Dünyada rahatça yaşamanın sırları keşif edilemeyecek kadar karmaşık bir halde değildir. Böyle olmasına rağmen insanların bir çoğu gözlerine perde inmiş yaratıklar gibi yaşarlar. Hakikati göremezler. Ne müthiş bir bahtsızlık değil mi? Tabiatın bilinçle donattığı bir varlığın bu derece sefil duruma düşmesi; bu yüzden kendisine ve yurduna faydalı olamamasından ibret dersi almamız, ona göre silkinip toparlanmamız, insanlığımızı idrak ederek ruhumuzu doyuracak derecede zengin bir dünyaya kavuşup yaşamamız gerektir. Bunu yapmak kendi elimizdedir.
Yukarda özet olarak sıraladığım satırların anlamlarını son edindiğin eserleri okuyunca anlayacağına, daha doğrusu , incelikleri kavrayacağına güvenim vardır. O değerli eserlerin içine dal bakalım………………..”
İ.Hakkı TONGUÇ
Tonguç Baba günümüze, yazıları ile ışık tutmaya devam ediyor. Önerim; İ.Hakkı Tonguç’un eğitim kuramı tüm üniversite ve fakültelerde araştırılmalı, incelenmeli, ders olarak okutulmalıdır.
Tonguç Baba; sana sonsuz sevgi, sana sonsuz saygı. Anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
23 Haziran 2012
Köy Enstitülerine Yaklaşım:
Hasan-Ali Yücel
İstanbul doğumlu. (17 Aralık 1897)
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi felsefe bölümü mezunu.
1935 yılına kadar Milli Eğitim Bakanlığı kurumlarında öğretmen, yönetici, müfettiş olarak çalışır. 1935’te İzmir milletvekili seçilir, 28 Aralık1938 tarihinde Milli Eğitim Bakanı olur, 7 yıl 7 ay 7 gün bakanlık yapar. Bakanlık süresi 5 Ağustos 1946’da biter.
Kendisinden önceki bakan Saffet Arıkan bakan olunca başbakan olan İsmet İnönü kendisinden ilköğretim sorununu kısa zamanda halletmesini istemiştir. Bunun gereği olarak küçük köyler için eğitmenler yetiştirmek amacıyla eğitmen kursları açılmaya başlanmıştır.(1936) Eğitmen kurslarının sayısı giderek artar. 3238 sayılı Köy Eğitmenleri Yasası 11 Haziran 1937’de çıkar. Büyük köyler için öğretmen yetiştirmek üzere köy öğretmen okulları açılmaya başlanır.
Yücel göreve başladığı zaman üç köy öğretmen okulu açılmış durumdadır. Eskişehir’de Mahmudiye, İzmir’de Kızılçullu, Trakya’da Kepirtepe. Bu okullar asıl düşünülen köy enstitülerinin deney okullarıdır. Köy eğitmen kurslarıyla köy öğretmen okullarının idaresine dair 3704 sayılı yasa Yücel zamanında çıkar.(7 Temmuz 1939) Köy Enstitüsü sistemini kurumlaştıran diğer üç yasa da Yücel zamanında çıkar:
1)3803 sayılı Köy Enstitüleri Yasası(17 Nisan 1940)
2)4274 sayılı Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Yasası(19 Haziran 1942)
3)4459 sayılı Köy Ebesi ve Köy Sağlık Memurları Yetiştirmek İçin Yasa(9 Temmuz 1943)
Bu yasaların hazırlanması ve çıkarılmasında Yücel etkilidir. 1939–1945 yılları arasında Bakanlık bütçelerinin hazırlanması ve savunulmasında da Yücel görev başındadır. Döneminde iki kez Milli Eğitim Şurası toplanır.(1939 ve 1943) Talim Terbiye Kurulu Kararı ve Bakanlığın onayı ile Köy Enstitülerine öğretmen de yetiştirecek olan Yüksek Köy Enstitüsü Yücel döneminde açılmıştır.(1942) Bütün bu yasa ve kararlarla devrim özelliği taşıyan Köy Enstitüsü Sistemi (veya Köy Eğitim Sistemi) oluşmuştur.
Sistem oluşturulurken şu temel ilkeler hep göz önünde tutulmuştur:
1-Türkiye gerçeklerini dikkate almak.
2-Fırsat ve olanak eşitliğini sağlamak, eğitimin her kademesini parasız yapmak.
3-Sorunun bütününe bakmak, ona çare aramak, parçası üzerinde saplanıp kalmamak.
4-Kalkınmayı göz önünde tutmak, sistemi kalkınmanın aracı olarak kullanmak.
5-Devrimlerin korunmasından, yaygınlaştırılmasından ödün vermemek.
6-Öğretimde öğrenciyi etkin kılmak, iş içinde iş için eğitimi gerçekleştirmek.
7-Laik, demokratik eğitimden sapmamak.
8-Bireylere sürekli öğrenme alışkanlığı kazandırmak.
9-Köy enstitülerini bölgesel kurumlar olarak düşünmek ve benzer başkaları.
Yücel zamanında köy enstitülerinin sayısı 20’ye çıkarılmıştır. 1955/56 öğretim yılına kadar Türkiye’de okulsuz köy, öğretmensiz okul kalmaması planlanmıştır.
21 Temmuz 1946’da yapılan seçimlerden sonra kurulan Bakanlar Kurulunda Yücel’e görev verilmez. Muhalefet köy enstitülerine karşı oluşunu seçim sırasında ve sonrasında sürdürür. Bunu öyle ustalıkla yapar ki köylü temelde kendisinin aleyhinde olan durumun bilincine varamaz ve onların seçimi doğrultusunda oy kullanır. Öyle bir hava yaratılır ki köy enstitüleri lehinde konuşmak suçlu olmak anlamına gelir. Bir suskunluk dönemi başlar. Yücel bu kurala uymaz. “Tarih, olayları bilen tanıkların sağken susmalarını ölümlerinden sonra suç sayar.” “Köy enstitüsü mevzuunda mücadeleye mecbur talihli bir arkadaşınızım. Fakat biliyorduk ki ne kadar söndürülmek istenirse istensin, ne kadar yıkılmaya çalıştırılırsa çalışılsın yaptığımız şey doğru idi.”
1946–1950 arasında açtığı davalarla uğraşır. Davayı kazanır ama kamuoyu aleyhte yapılan propagandaların etkisinde kalmıştır.
1950 seçimlerinde milletvekili olamaz. Yeni bir dönem, yazma dönemi başlar. İlk yazısı 21 Ocak 1950’de Ulus gazetesinde çıkar. Bir yıla yakın sürer Ulus’taki yazıları. Sonra uzun süre Cumhuriyet gazetesi yazarıdır. Cumhuriyet’te 700’den fazla yazısı çıkar. Son yıl Dünya ve Öncü gazetelerinde yazar.
1950’den sonraki yazıları incelenince sık sık köy enstitülerinden söz ettiği görülür. Sadece köy enstitülerini konu alan ilk yazısı 19 Nisan 1954’te çıkar “Dün Bir Bayram Günü İdi.” Sonra ölümüne kadar her yıl 17 Nisanda köy enstitülerini anlatan yazıları çıkar.
On, on bir yıl boyunca yazdıklarından köy enstitüleri ve ilköğretim ile ilgili olanlardan bir kısım alıntılar şöyle:
“Asırlarca ihmal edilmiş, kendi haline bırakılmış koca bir vatandaş kitlesi ancak toptancı hareketlerle kalkınabilir.”
“Köylerde ilköğretim meselesi klasik yöntemlerle halledilmez.”
“Sırf nazariyeler ve taklitle olmaz.”
“Öğretim ve eğitim bir bütündür. İlki, ortası, tekniği ve yükseği bu bütünün parçalarıdır. İlköğretim meselesini bir bütün olarak ele almadıkça onu yüzde yüz halletmek mümkün olmayacaktır. Genelini görerek karara varmalı. Muayyen zamanlarda muayyen konuları ele almakla olmaz”
“Bir memlekette ilköğretim ve halk eğitimi yayılmadıkça ekonomik kalkınma olmaz. Memleketin sosyal seviyesi kadar ekonomik seviyesini de yükseltmeli.”
“3803 sayılı yasa memleketimizin istikbali, halkımızın eğitim ihtiyacı ve köylümüzün kalkınması bakımından çok önemlidir.”
“Bizim için hareket noktası çocuğu okutmak değil yaşadığı muhite önder olmasıdır. Bizim ele aldığımız meseleyi yalnız bir müessese kurmak şeklinde anlamak doğru değildir. Köy çocuklarını köydeki hayata hazırlamayan bir öğretimin ne faydası olabilir? Yalnız okuyup yazma öğreten ve müfredat programlarındaki dersleri okutan pasif bir insan değil, Cumhuriyetin ve inkılâbın adamı olarak köyde önder olma vasfında, köy hayatında işe yarar öğretmen yetiştirmek.”
“4274 sayılı yasa hükümleri tatbik edilirken daima ‘mecburi ilköğretimi en kısa zamanda memleketin her tarafında yüzde yüz gerçekleştireceğiz’ ana prensibini göz önünde tutmak ve işlerin hepsine bu görüşle bakmak ve sarılmak lazımdır. Teferruat ve formalite şekilleri üzerinde inat ve ısrarla durmak işleri aksatır. Biz ilköğretimi kendimizden sonra gelecek nesile halledilecek bir mesele olarak bırakmamalıyız.”
“Cumhuriyet, laiklik ilkesiyle milletimizin ana meselelerini tabiatüstü görüşten alıp tabiat işi anlayışa getirerek cemiyet hayatımızda kesin, verimli bir değişme yaptı. Cumhuriyet bu anlayışın önüne dikilen engelleri yıkmadıkça… ilerleme yolunda başarı sağlayamaz.”
“17 Nisan Türk milletinin yetişkin bir varlık halinde yaşamasını isteyenlerin buna karar verdikleri ve onu tahakkuk ettirmek için savaşa girdikleri gündür.”
“17 Nisan, vatan dediğimiz varlığa bütün milletçe ve bütün bilincimizle sahip olma imkânının gerçekleşmeye başlanıldığı gündür.”
“17 Nisan, Türkiye’de yeni bir fethin, yeni bir saadet devrinin müjdecisi olduğu gündür.”
“17 Nisan…inkılapçı Atatürkçülerin bayramıdır.”
“Halka hizmet için hayat verenler, çok kere ve pek çok yerlerde ve zamanlarda ‘halk düşmanı’ ilan edilmişlerdir. Bundan korkanlar büyük ve tesirli hizmetlere namzet olamazlar.”
Yücel halka hizmetten ve gerekirse onun getireceklerinden korkmayan biriydi.
Yücel, köy enstitülerinin ve Yüksek köy Enstitüsünün kapatılmasını yanlış bulmaktadır, açılmaları gerektiğine inanmaktadır. “Köy Enstitülerinin olduğu gibi iadesini ileri sürmedik, sürmüyoruz. Öğretmen yetiştirme konusunda köy enstitülerinin o zamanki usulüyle, tabii aradan geçen bunca yıllık zamana göre, noksanları ve aksak tarafları düzeltilerek, hangi ad altında olursa olsun, yeniden ele alınması ciddi ve süratli olarak bu ihtiyaca karşılık bulunması yolunda en pratik çaredir.” “Köy enstitüsü tecrübesinin milletlerarası bir metot olarak kabul edilmesi karşısında, bir mazi olmayıp bir istikbal olduğunu anlatmak istiyorum… 17 Nisanın bulutlar arasında batmış gibi görünen güneşi, elbette bir gün beyinlerimizi aydınlatacaktır.”
“Yüksek Köy Enstitüsü kapanacak bir müessese değildi. Bu müessese noksanları ikmal edilerek, takviye edilecek bir müessese idi. Buradan adam gibi adamlar yetiştirilmiştir ve gariptir ki kapatılmıştır. Yüksek Köy Enstitüsünün yeniden kurulmasını teklif ediyorum ve bunu bir zaruret görüyorum.”
Not: Bu yazı Mustafa Aydoğan tarafından hazırlanmış, Vakfımızın Ocak Şubat 2012 bültenimizde yayınlanmıştır.
----------------------------------------------------------------------------------
KÖY ENSTİTÜLERİ ÜSTÜNE YAZILANLARI OKUYANLARI DOĞRUYA VARMAK İÇİN DÜŞÜNDÜRÜCÜ NOTLAR
MEHMET BAŞARAN
Almanya’da nazizm’in, İtalya’da faşizmin yükseldiği yıllar, Peker İtalya özentisi bir rapor veriyor. Atatürk, elinin tersiyle itiyor kenara, çekiliyor Peker.
Aynı yıllarda, Gazi Eğitimde bir öğretmen var, Fikret Kanat. Emin Soysal’ın akrabası. (Kızılçullu Müdürünün) Milliyet İdeali ve Topyekün Milli Terbiye adlı bir kitap yazıyor Kanat. Öğretmen yetiştirme konusunda, dizi yazı yayımlıyor. Bu yazılara dayanarak, “Köy Enstitüleri fikri benimdir, sonradan yozlaştırıldı” savında bulunacak. Emin Soysal, Kızılçullu Köy Öğretmen Okulu Müdürü. Fikret Kanat’la aynı kafada. Hatta daha sonra Kızılçullu Köy Enstitüsü Sistemi adlı kitabı yazan. Düşüncelerini öğrencilerine de işlemiş. 1940’ta Köy Enstitüleri Yasası çıkınca tepki yükseliyor.
Trakya Köy Öğretmen Okulu Müdürü, Emin Soysal’ın yardımcılığından gelme, Nejat İdil. Çok beğeniyor Soysal’ı. Yurttaşlık dersine giriyor bizde. Defterimize yazdırdığı ilk tümce şu:
“Türkiye Cumhuriyeti, bir nasyonal sosyalisttir.” Kızılçullu’da, Enstitüye dönüşmeye, karşı çıkış, boykot var. Bize de geldi haberi. Biz Enstitü olmak istemiyoruz, öğretmen okulu kalalım diyoruz…
Kepirtepe’yi bitirip Hasanoğlan’a geldiğimizde, bir gerilimin ortasına düştü Kepirliler. Çiftelerlilerle Kızılçullular var Hasanoğlanda. Kızılçullu müdürü Soysal, bir soruşturmayla Kızılçulludan uzaklaştırılmış. Müdürlerinin büyük haksızlığa uğradığı kanısında öğrencileri… Çiftelerde’de Asiye Eliçin soruşturması yaşanmış o yıllarda, Kızılçullular milliyetçi, Çiftelerliler komünist oluvermiş böylece. Nejat İdil’in öğrencileri olduğumuz için, Kızılçullular hemen kucak açtı Kepirlilere… Türkiye genelinde de Türkçülük, Nihal Atsız olayı yaşanıyor. Orhun Dergisi, Çınaraltı vb..Sabahattin Ali - Atsız davası…
Hasanoğlan’a gelişimizin ilk yılbaşı, çok renkli geçti. Tonguç bize öğrenci gözüyle değil, öğretmen gözüyle bakıyor. İlk yılbaşında içkili şenlikli bir gece yaşadık…
Karşıt grup böylece ilk şikâyet konusunu yakalamış oldu. “Tonguç kızlı erkekli içkili sofralar düzenliyor enstitülerde. Enstitüler ahlaksızlık yuvasına döndü…”
Öğrenci başkanı seçimi de çok kavgalı.
Sabahattin Eyüboğlu’nun, derslerine Melih Cevdet’i, Pertev Boratav’ı getirmesi… İşte bir şikâyet konusu daha, Solcular Hasanoğlan’da…
Hele bir süre sonra Karl Ebert’in çevirmeni olarak Sabahattin Ali’nin Enstitüye gelişi… Komünistliği pekiştirmiş oldu. Kızılçullular müdürleriyle mektuplaşıyor, olup bitenleri yansıtıyorlar Soysal’a Kızılçullu Sistemi adlı kitabın 2.sinde Rıza Dönmezin mektubu “Göz açtırmıyoruz müdürüm, verdiğiniz görevi titizlikle sürdürüyoruz” diyor.
Yüksek bölüm, ilk mezunlarını verdi. Altı öğrenci asistan olarak bırakıldı Hasanoğlan’da. Süleyman Adıyaman, Eyüboğlu’nun asistanı, Hüseyin Atmaca Eğitimbaşı Hürrem Arman’ın yardımcısı. Bir yandan da, Hürrem Arman - Rauf İnan anlaşmazlığı var. Yardımcı Atmaca, bu durumdan ustaca yararlanıyor. Kepirlilerin yanlarına çektikleri Mustafa Saatçı, Tonguç’un evine gidip geliyor. Okumalar, konuşmalar izleme altında. Bazı derslerde DTCF’ye gidiyoruz Tahsin baba başımızda. O gün “Askerlik kampı giysilerini dönerken Sarıkışladan alıversin çocuklar” demiş, Kızılçullular “hayır” dediler, “okul aldırsın. Biz hamal değiliz, öyle yetişmedik.” Ortada kalakaldı Tahsin Baba.
O akşam Tonguç geldi okula, çok gerçekçi bir konuşma yaptı. “Kendinize gelin, ilk fırsatta kapatılır buralar…”vb.(Tonguç’un Sesi) adlı yazımda ayrıntılarıyla anlattım.
İkinci yıl, Yüksek bölüm yapısını öğrenciler (biz) yaptık. Günde ikişer buçuk lira harçlık verdi yönetim… Bu da, büyük bir şikâyet konusu oldu. Dergi kolunun düzenlediği toplantı, olaylı geçti. “Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Tarihi” adlı yapıtın tanıtılması protestolu. Şikâyet İnönü’ye kadar vardı.
Derken, ilk çok partili seçim. Emin Soysal, Maraş’tan bağımsız milletvekili olarak Meclise girdi. Mecliste Köy Enstitülerinin ahlaksızlık ve fesat yuvaları olduğunu haykırmaya başladı Mecliste, milli terbiye verilmiyordu çocuklara… Komünist kitapları okutuluyordu. Adamları, tarım öğretmeni İzzet Palamar’ın dolabını kırarak, Tonguç’un kendisine imzalayarak verdiği FONTAMARA kitabını ulaştırdılar kendisine. Ard planda her şeyi yöneten eğitimbaşı yardımcısıydı. Hüsnü Yalçın’ın sırasından manifesto metni çaldırılarak büyüklere ulaştırıldı. İstanbul’a giden Emin Soysal, bulabildiği sol kitapları paketleyip Savaştepe Köy Enstitüsüne postalıyor. Ardından gelip Savaştepe öğretmen odasında beklemeğe başlıyor, paket gelince açtırıyor, tutanak düzenliyor, belge diye kullanıyor Mecliste.
Mustafa Saatçı ile Mustafa Güneri (Sanatbaşı), küçük bir onarım için Tonguç’un evine götürülen çivi ve tahta parçaları listesi ulaştırılıyor Meclise. Tonguç’un haberi bile yok, Saatçı’nın, Güneri’nin işgüzarlığı…
İkinci mezunlar, bitirme ödevlerini yapmağa başladıkları gün, üç kara arabayla Meclis Başkanı Karabekir, yardımcıları Şemsettin Günaltay, Feridun Fikri ve Denizli Milletvekili, ırkçılardan Kemal Cemal meclis adına gizli soruşturmaya geldiler Hasanoğlan’a.
Sorulan sorular, Eğitimbaşı yardımcısı ve ekibinin ulaştırdığı sorulardı. Rastlantıya bak. Eğitimbaşı yardımcısı da Denizliliydi Milletvekili de…
Milletvekili, öğrenciler arasında kalmış, kendisine gereken yerlere ulaştırılmak üzere, bir ihbar mektubu verilmiş. Soruşturmanın ikinci bölümüne, öğrenci başkanı olduğum için, yalnız ben katıldım.
Soruşturmacıların yanına giderken, ekibin adamlarından Cemal Yıldırım, beni bir kenarda uyardı. İş Eğitimi Sözlüğü komisyonunda beraber çalışmıştık. “Dikkat et bunlar buraya haberli ve doldurularak geldi. Senden de İnönü’ye okuduğun o uzun şiiri okumanı isteyecekler” dedi. Gerçekten doğruymuş dediği. “İnönü’ye okuduğun şiiri bize de oku” dediler bana, Ben de Cemal’in uyarısına uyarak, kimi değişikliklerle okudum şiiri.
Yedek subaydan çavuş çıkma olayını “Memetçik Memet”te geniş geniş anlattım. Türk Milli Emniyetine verilen ihbar mektubunun suretini de koydum oraya. Çavuşların bir bölümü, o listedendir, bir bölümü de Erzurum Pulurdaki arkadaşların, bir doktorla çatışmalarından valinin “Milli duyguları zayıftır” kanaatinden kaynaklanmaktadır.
İzmir 9. Kolordu Kurmay Başkanı, dokuz çavuşu karşısına dikti, önündeki listeden adlarını okudu. Dokuzuncuya gelince: “Mustafa oğlu Mustafa Şükrü Koç, 1926 doğumlu Nazilli” dedi. Ben ses etmeyince “Duymuyor musun lan” diye azarladı. Efendim ben o değilim, ben filancayım deyince, önündeki zarfı karıştırdı “Muhbirmiş” dedi. “Gittiğin yerde başvurunu yapar, hakkını ararsın.” Kitapta da böylece yazılıdır bu ve sekiz tanığı vardır. Altı baskı yapmıştır kitap, karşı çıkan olmamıştır.
Daha sonra, İstanbul’da Lütfü Engin’i görmeğe geldiğinde, olay Koç’un kendisine de anlatılmıştır.
1950’de Avni Başman istifa edince, yerine getirilen yol mühendisi Tevfik İleri, Tonguç başta, 9 eğitimciyi bakanlık emrine almakla işe başlamıştır. Bir süre sonra Sami Akyol, Lütfü Engin, Osman Şener’den oluşan bir komisyonu, Tonguç hakkında yurt yüzeyinde soruşturmayla görevlendirmiştir. Soruşturmacılar Edremit’e bana da geldiler. 24 soru yönelttiler (1946’ya ilişkin) Tonguç’la ve yüksek bölümle ilgili. Sorular milliyetçi grubun şikâyetlerinden oluşuyordu.
Tevfik İleri Makkarti’ye taş çıkartacak bir komünist avcılığı sürdürdü. Orhan Hançerlioğlu’yla anlaşarak İstanbul’da kurdurulan Köy Kalkınma Derneğinin bir şubesini Kırklareli’nde açtırarak, 1000, 1001, 1002 no’lu ajanlarla Kırklareli Köy Kalkınma davasını tertipletti. (Mahkeme kararıyla belgeli)
Asıl marifetini de Tevfik İleri, meclis gizli oturumunda ortaya koydu. “Tonguç’un büyük bir vatan haini olduğunu” söyledi.
Anlattıklarım YASAKLI’da ve MEMETÇİK MEMET’te, anılarımda ayrıntılı olarak vardır. Bizde milliyetçilik modaysa, herkes milliyetçi, solculuk modaysa herkes solcu. “Enstitülü olmak” saygınlık kazanmışsa “herkes enstitülüdür…” Hatta muhbirler bile… Tanıklar öldükten sonra kitap yazar kahraman olurlar.
NOT: Bu yazı Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Bülteni Ocak - Şubat 2012 Bülteninde yayınlanmıştır.
----------------------------------------------------------------------------------
Günay Güner
Ferit Oğuz Bayır ve Köyün Gücü
Bu çalışmada bilge eğitimci, erdemli insan Ferit Oğuz Bayır’ın “Köyün Gücü” adlı yapıtı odağında Türk Devriminin eğitim izlencesiyle elde edilen sonuçlar, sağlanan başarı, tamamlanamayışının ardındaki nedenler; söz konusu sorunlara Ferit Oğuz Bayır’ın yaklaşımı, düşünceleri, çözümlemesi incelenecektir.
İlk aşamada, Fert Oğuz Bayır Öğretmenimin düzeyine yakışan bir yöntem, parçaların ilişkisi içinde bütünü görmek olabilir.
Türk Devrimine karşı yayılmacılığın yönetimindeki gerici saldırı günümüzde yeni bir kuşatma durumundadır. “Oltadaki balık”tan “demokratik özerkliğe” U2 casus uçakları olayından füze kalkanına, Kemalist aydın kıyımına, bu gerçek aydınları aramızdan alan cinayetlere, kitle kıyımlarına, eğitimin hızla dinselleşmesine, tarikatların, derebeylik ilişkilerinin yüceltilmesine, yasadışılığın en üst duruma çıktığı Silivri toplama kampına, Türkiye’nin de içinde olduğu yirmi iki ülke haritasının değişeceği savlanan, Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanlığına kuşatmanın her an daraldığı görülmektedir.
Saldırının en önemli unsurlarından birini 64 yıldır, genelde ekin, özelde ise eğitim alanı oluşturmaktadır. Demokrasimizin gerilemesinin başat etkeni halk eğitimindeki gerilemedir. Günümüzde aydınlar tarafından düşünce yürütülemediği gibi üniversiteler bile şiddetli bir yozlaşmanın girdabına girmiştir. Wright Mills’ten kopyalanan ve ancak Amerikan toplumbilimini, o da bir noktaya değin açıklayabilen bir seçkinler / halk ayrımı, yapay biçimde, Cumhuriyet karşıtlığının “kuramsal” dayanağı olarak kullanılmaktadır. Buna göre, Cumhuriyet tepeden inmecidir. Yönetici kesim bir seçkin iktidarıdır. Bu iktidarı korumak için halkın isteklerine direnirler. Halkı aşağı, cahil, yönlendirilmesi gereken kitle olarak görürler. İslam, budunsal yapı, cemaatleşme halkın değerleridir. Seçkin iktidarı laiklik ve modernleşme üzerinden söz konusu değerleri baskılar.
Bu basmakalıp yaklaşımın Türk toplumunu, çözümleyici bir yanı bulunmamaktadır. Tarihsel sürece nesnel bir bakış gerçeği görmeye yeter. Osmanlı’nın, halkı sürü gören anlayışı, tekerkliliğin (monarşi) doğası gereği, kaynağını göksel (dinsel) yetkiden alır. Kimilerinin savlamaya çalıştığı gibi, tekerkliliğin ilişki biçiminden insan hakkı diye bir olguya ulaşmak olanaksızdır. Ulaşmaya çalışmak boşa çabadır, anlamsızdır. Bu düzende egemenlik, buyurgan / kul ilişkisine dayanır. Dolayısıyla tekerklilik eşitsizlik üreten, bireyin ortaya çıkmasını engelleyen, dinsel ve geleneksel inakların yüceltilip, beslendiği sömürü düzenidir.
Türk Devrimiyle kurulan Cumhuriyet amaçladığı köktenci noktaya varamamış olmasına karşın, sınıfsal yapıyı değiştirmiştir. Cumhuriyet’in başat, çağdaş kurumları, yasal metinleri bağlamında tüm bireyler yurttaştır ve eşittir. Toplumsal yaşamda belirleyici olan budur ve kişinin özgürleşmesi anlamını taşır. Söz konusu (görece) özgürlüğün yaratıcı koşulları özellikle laiklik, halkçılık ve tam bağımsızlık ülküsüyle var olur.
Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk, askeri öğrencilik çağından, Trablusgarp cephesi döneminden, Sofya’da görevli bulunduğu yıllardan başlayarak sürekli incelemeler, gözlemler yapmış, yoğun biçimde okumuş, yazanaklar hazırlamış, notlar tutmuş, benzersiz, özgün bir düşünsel birikim yaratmıştır. Kuracağı cumhuriyetin yapısını, bilinci, cesareti ve sezgi gücüyle yaşamının ilk dönemlerinde tasarlamıştır.
Tekerkliliğin bireyi yok eden topluluksal (cemaat) sömürü düzeninin ortadan kalkmasına karşı olmak, “halk böyle istiyor”, “Kemalizm halkı cahil bıraktı” yalanını yaymak, tehdit, şantaj “demokrasi”sini, halk dalkavukluğunu benimsemek ancak halk düşmanlığıyla, sömürü yandaşlığıyla açıklanabilir, hiçbir biçimde aydın davranışı sayılamaz.
Kuşku yok ki, hemen her devrim öncü / önder bir aydın, gericilerin deyimiyle seçkin kadro tarafından yönetilir. İşte güzel insan Ferit Oğuz Bayır da o kadronun en birikimli, yetkin aydınlarındandır.
Bayır kendini kısa ama özlü biçimde anlatır:
“Simav’da doğdum. Kırk beş yıl süren askerliğini Dömeke, İşkodra, Plevne, Yemen savaşlarına da girerek er, onbaşı, çavuş, başçavuş, zabit vekili, mülazımısani, mülazımıevvel, yüzbaşı ve kolağasılıkla bitiren Bayır köylü (Bilecik) okumaz yazmaz Ali’nin oğluyum. 1920’de Edirne Öğretmen Okulu’ndan çıktım. Batı Trakya’da çetecilik, Bulgaristan’a sığınmak, Yunanistan’da esirlikle sonuçlandı. 1921’de Anadolu’ya geçtim. 1923’te topçu teğmeni olarak terhis edildim. Foça’da ilkokulda öğretmenliğe başladım. 1959 Ekimine kadar ilkokul öğretmenliği, Aydın, Balıkesir ve İzmir’de ilköğretim müfettişliği, İzmir’de başöğretmenlik yaptım. 1933’te Seyyar Terbiye Sergisinde görevliydim. Edirne Karaağaç, İzmir Kızılçullu, Manisa Horozköy eğitmen yetiştirme kurlarında çalıştım. 1939 Ağustosundan 1946 Eylül ayına kadar Milli Eğitim Bakanlığı ilköğretim genel müdürlüğünde şube müdürlüğü yaptım. Banguoğlu 1950’de Bolu kitaplığına sürdü. Avni Başman Bakanlıktaki görevime döndürdü. 1957’de Attila ilkokulunda sınıf öğretmenliğini iki yıl yaptım. Askerliğimle beraber 43 yıl çalıştım. Kişiliğimi (Çalışma) kavramında bulurum.” (Bayır 1971: Arka kapak yazısı)
Bayır’ın kendi kaleminden yaşamöyküsü kişiliğine ilişkin bilgi veriyor. Hiç ikileme düşmeden savaşa atılabilen, onuru için çetecilik eden, dimdik, gururlu, cesur, kimseye eyvallahı olmayan bir kişilik.
Talip Apaydın Öğretmenimin bir anısından öğrendiğimize göre, Kazım Karabekir ve yanındakiler, komünist yetiştirdiği savıyla, önyargı içinde Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne gelir. Karabekir ve çevresindekiler enstitülerin milli olmayan eğitim verdiği yargısıyla sürekli sorular sorarlar. Karabekir’in atıp tutması, haksızlık etmeye başlaması karşısında Ferit Oğuz Bayır’ın yanıtı sert olur:
“Bu çocuklar, Çanakkale’de doğu cephesinde, Yemen’de, Kurtuluş Savaşı’nda kanlarını akıtan, canlarını veren Türk köylüsünün çocuklarıdır. Yurt sevgisi bunların kanına işlemiştir ve bu doğrultuda yetiştiriliyorlar. Siz o aradığınızı burada bulamazsınız.” (Apaydın 2003: 98) Karabekir çekip gider. Bütün sorularına yanıt almalarına karşın, Hasanoğlan’dan ayrılışlarının hemen ardından görevden almalar başlar. Bu olayın ayrıntıları geniş biçimde Köyün Gücü’nde yer almaktadır. (Bayır 1971: 289-298)
Bayır’ın, Bozkırdaki Çekirdek adlı kitabındaki savları nedeniyle, Kemal Tahir’e yönelttiği tutarlı eleştiri de fakültelerde ders olarak okutulacak düzeydedir:
“Çalışmayı, yaşamın temeli saymayanlar ‘Gaddarca, en ağır’ kelimelerini de işkembelerinden uydurarak, yaratıcı işe saldırabilirler. Hele bu bir roman bürüsünden büsbütün hınç çıkarma kılığına girer.
(…) Halka acımak değil kendisi halktan olanların hizmet yeri köy enstitülerinde tüme yararlı işi bilerek isteyerek güce göre belirli süre içinde yapıp çatanlardan bir çoğu Kemal Tahir örneği şiir, roman yazıyorlar.
(…) Köy Enstitülerinde uygulanan eğitim çalışmalarını, milli ileri bir toplum oluşumu için ve onun doğrultusunda görmemek tarihi akışın dışında kalmaktır. Tarihi determinizm, memleketçi bir amaçla seferberliğe geçmek için önceden olumlu şartların yaratılmış olmasını, bünye değişikliğine varacak bölüm bölüm iş seferberliklerini tamamlamış olmayı zorunlu sayar.
Kemal Tahir, 21 Köy Enstitüsünün yaşantısına girmeden, hayalinin yönetiminde çelişmelerle kendini yitirmiştir. Şundan ki, Köy Enstitüleri memleketi belli bir amaca, ekonomik özgürlüğe yönetmek için köy gücünü bilinçleme, yayma ve sıçratma eyleminin karargahları idi.” (Bayır 1971: 309-311)
Sözünü, eğitim toplantılarında da esirgemez. Doğru bildiğini açık yüreklilikle söyler. Dönemin yönetim anlayışı da, en azından bir zaman için böyle anlayışlara, yaklaşımlara kapalı değildir. (Hele de günümüzle kıyaslanamayacağı açıktır.) Bayır çok İçtenliklidir, dost canlısıdır. İzmirli öğretmenlerin “Koca Şef”idir. Bu yönü uzun yıllar gönül birliği içinde çalıştığı büyük eğitimci İsmail Hakkı Tonguç’la olan ilişkilerine, mektuplaşmalarına da yansır.
Çok çalışkan bir insandır Bayır. Bununla haklı olarak övünür. Süleyman Edip Balkır’ın:
“Ferit Oğuz, ilk eğitmen kurslarından birinin yöneticisi olarak girdiği köy işlerinden sonradan Şube Müdürü adıyla Tonguç’un yardımcılığını yapmıştır.
1937 yılından 1946’ya kadar aralıksız gık demeden geceli, gündüzlü bir serdengeçti ruhiyle, yaratıcılığını yakından bildiğim büyük savaşımızın fırtınaları içinde hep ayakta kalmıştır.” (Bayır 1971: 179) sözleri de tanıklıklardan yalnızca biridir.
Bayır, Tonguç Baba ile olan yakın iş arkadaşlığını, ülkü birliğini, dostluğunu sıklıkla belirtir yapıtında. Şöyle der: “Hakkı Tonguç masa adamı değildi. O kadar değildi ki, resmi yazıların eğitim teşkilatının rutini içinde dosyalanılacağını çok iyi bildiği için, arkadaşlık, tanışlık, dostluk münasebetlerinden de göreve katkıda bulundurmaya uğraşırdı. O, basit memur silikliğini taşımadığı, akıncı insan olduğu için resmiyeti, özelliği hep işi ateşlemek uğruna kullanırdı.” (Bayır 1971: 127) İlginçtir, dostları da Bayır’ı benzer özellikleriyle tanıtırlar.
Ferit Oğuz Bayır’ın 1971 yılında yayımladığı Köyün Gücü adlı kitabı kendine has, çok öğretici bir yapıttır. Köyün Gücü, kır toplumbilimi, eğitim ve devrim tarihi, anı niteliklerini taşıyan; arı Türkçe kullanma kaygısı hemen dikkati çeken bir belgeseldir. Hatta yazın tadı taşıdığı bile söylenebilir. Bu kitabı her Türk öğretmeninin, aydınının okuması gerekir.
Köyün Gücü’ndeki tavır bir dava adamı, ülkü insanı, bir devrimci tavrıdır. Kitaptaki yaklaşım yukarıda belirtilen kişilik özellikle de birlikte düşünülmelidir. Bayır, kitabında Türk Devriminin başat dayanağı olan halk eğitiminin Atatürk’ün yitirilmesiyle birlikte gündemden çıkarıldığını, ardından gelen yönetimlerin devrime inanmadığını, okulların ve gerekli donanımın kurulması işinin yoksul köylünün omzuna yıkıldığını ilk elden eğitimci, yönetici bir tanık olarak açıklar. Kitabın birçok bölümünde bu gerçeğe değinirken: “Görülüyor ki Osmanlı devrinde, Meşrutiyet yıllarında ve ihtilalle bu rejimlerin yıkıldığı Cumhuriyet yıllarında köyün öğrenim ve yetişme hakkı farksız köy halkının hiç bilinmeyen ekonomik gücüne dayatılmıştır.” (Bayır 1971: 42) der.
Tarihçi Zeki Sarıhan Köyün Gücü’nü şöyle yorumlar:
“Köy Enstitülerinde görev almış ve okumuş birçoklarının da paylaştığı gibi genellikle Kemalist yazarlar bu dönemi tahlil ederken devrim ve halkçılık hareketinin 1946’ya kadar hızının kesmeden sürdüğünü, çok partili hayata, hele Demokrat Parti’nin iktidarına gelindiğinde büyünün bozulup karşı devrimin başladığını ileri sürerler. Ferit Oğuz Bayır farklı bir görüştedir. O, Cumhuriyet rejiminin köye eğilmediği, köy eğitimini savsakladığı kanısındadır. Bu savını kitabın (Köyün Gücü GG) çeşitli yerlerinde tekrarlamakta ve örnekler vermektedir. Özellikle İsmet Paşa’ya çatmaktadır. Bayır’ın kendine Kemalizmle Sosyalizm arasında bir yer seçtiği anlaşılıyor; bunun Türkiye’de somut ifadesi köylücülüktür. Köyün gücüne inanmak ve devrimde onun ihtiyaçlarını ön plana almaktır.
Bayır’ın düşünsel kaynakları Kara Avrupa’sında eğitim hareketleridir. İlk öğretmenliğini sığınmacı olarak bulunduğu Bulgaristan’da yaptığını hatırlamak gerekir. Bayır’ın ve Enstitülere ruh veren eğitimcilerin Tonguç’
Cumhuriyet’i can pahasına kuran kadroyu “seçkin” diye adlandırarak, saygınlıklarını aşındıracağını sanır günümüzün aymazları. Halkın eğitimsizliğinin, bilgisizliğinin, ekonomik, ekinsel çaresizliğinin “gelenek, din, inanç” yalanına sığınarak (giderek halkı da bu yalana inandırarak) sürmesini istemek mi halktan yana olmaktır; yoksa insanlığın özgür bilincinin ulaştığı birikime ve gönence kendi halkının da ulaşması yönünde özveriyle çalışmak, bu amaçla köhnemiş sömürü ilişkilerini, kurumlarını yıkmak, ulusunun onuruna uyan bir özgür yaşamı kurmak, sürekli devrim anlayışını diri tutmak mı halktan yana olmaktır? Osmanlı altı yüzyılı aşan uzun dönemde Türk halkını aşağıladığı gibi, cahil bırakmakta yarar ummuş, bu anlayışla okuryazar oranı son döneminde bile %8’lerde (ki bu oran içinde kadın neredeyse yoktur) kalmıştır. Cumhuriyet’le, Dil Devrimiyle en elverişli abeceye geçilmiş, millet mektepleriyle tüm ulus büyük coşkuyla okuryazarlık seferberliğine katılmıştır. Halkevleri, çağdaş üniversite, köy enstitüleri, Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Tercüme Bürosu gibi ekin kurumları çok kısa zamanda yaşam bulmuş, Türk ulusunun yeni, özgür bilincini yaratmıştır. Cumhuriyet gönüllü aydınlara çevirttiği yaklaşık altı yüz Doğu / Batı klasiğini yayımlamış, köydeki çocuklara, gençlere ulaştırmış, okutmuştur. Türk Tarih Kurumu’nun bilimsel ve uluslar arası toplantılarının sonuçlarıyla Türk ulusu benliğinin, varsıllığının ayrımına varmış, özüne uyan özgüveni kazanmıştır.
Ferit Oğuz Bayır’ın uygulamanın içindeki bir etkin yönetici olmasından kaynaklanan gözlemleri çok önemlidir. Kaldı ki alanını iyi özümsemiş, evrensel ölçekte öğrenmiş, incelemiştir. Buna göre Atatürk’ün ardından devrimin sahipsiz bırakıldığı, halk eğitiminin ulusun olmazsa olmaz gereksinimi olduğu, yönetimlerin halka önem vermedikleri yönündeki savlarına dikkatle eğilmek gerekir. Çünkü Bayır, hemen her savını belgelere bağlamaktadır, kaynak göstermektedir.
Birikimini anlamak açısından ilginç ve anlamlıdır, Bayır, köy toplumbiliminden yararlanarak, Köyün Gücü’ne Friedrich Engels’in belirlemesiyle başlar. Engels’in “Almanya’da Köylü İsyanları”ndan köy düşüncesine kaynak sağlar. Süreğinde birçok Türkiye gerçeğini belgelerle saptar.
Devlet Planlama Teşkilatı’nın 1961 yılında yaptığı, 14.000 köyü kapsayan bir araştırma sonucunun ürkütücü gerçekleri ortaya koyması, bu bilgilerin 8 yıl gizli tutulmasına neden olur. Bu bilgilere göre:
“Köyde doğanların yüzde 74’ü ömürlerini köyde geçirir.
Çiftçi ailelerinin yüzde 72’sinin tek öküzü vardır.
Türkiye primitif bir yapı göstermektedir, halkının yüzde 93’ü kapalı bir ekonomi içinde yaşar.
…
Çiftçi ailelerinin yüzde 53’ü ömürlerini kara sapan peşinde tüketir.
Köylü ailelerinin yüzde 55’i bir ya da iki odalı derme çatma, çamur harçlı, saz damlı ve temelsiz evlerde yaşar. Bir odada 8 kişi yatan evler vardır.
Köylü nüfusunun yüzde 38’i doğduğu günden ölünceye kadar köy çevresinden bir kere bile ayrılmamıştır.
Köylü nüfusun yüzde 46’sı, bir yıl içinde en yakın kasabaya bile inmemiştir.
Köylü nüfusunun yüzde 86’sı ömründe hiç sinema görmemiş, yüzde 52’si de ömürlerinde hiç gazete görmemiştir.” (Bayır 1971: 18)
İşte 1961 yılına gelindiğinde bile köylünün gizlenen durumu budur. Bayır’ın savlarını kanıtlayan bir sonuç. Devrim karşıtlarına, 1946 sonrası sürecin sözcülerine bakılırsa, Stalin’in Kars’ı, Ardahan’ı, Artvin’i istemesi; Boğazlarda hak dillendirmesi, tüm devrim birikiminin terk edilmesine, devrim karşıtı derebeylik ve savaş vurguncusu güçlerle işbirliğine girilmesine yetmiştir. Çünkü savunma adına söylenebilen başka da bir gerekçeleri yoktur. Bayır, söz konusu bahane isteklere değinmez ama bürokrasiden başlayarak ortaya çıkan değişimi, gerilemeyi şöyle açıklar:
“Kurtuluş Savaşı dizginlerini ellerinde tutanlar, 1923’den beri temel eğitimi geliştirmek için devrimci ekipler aramadılar, kurmadılar, rejimin cumhuriyet adını almasının yeni nesil yaratmayacağını, tersine ancak yeni bir neslin laik cumhuriyeti, ihtiyaç halinde köklendirip yeşertebileceğini benimsemediler. Türkiye’nin kurtuluşu için bilimsel yolu arayan, tabiatın üretim araçlarıyla sömürülmesi yolunda oluşlar ve buluşlar peşinde kooperatifleşerek devamlı çalışan, teknikli ve metotlu iş yapan insan tipinin asıl olduğu ilkesine can vermediler. Cumhuriyet’in emanet edildiği, sahiden genç kuşakların eline geçmesinin yollarını çığırlaştırıp açamadılar.
Yurt çocuklarının tümünü köyde, kasabada birbirlerine ve kamuya yararlı kılacak yolda yetiştirmek yerine; şehirli kentli sayısının çok az ve kısır ekonomik bünyesine saplanıp kaldılar.
…
Devletin adı Cumhuriyettir. Fakat yönetme işlerinde çarkı döndüren kadronun beyni Osmanlılık tutuculuğudur.” (Bayır 1971: 34)
Bugünün kendine aydın süsü vermiş gerici tetikçileri ise Ferit Oğuz Bayır’ları “seçkin” nitelemesiyle halkın karşısına koymaya çalışıyorlar. Amaç bellidir: Din, budun, gelenek üzerinden sömürü ağırlaşarak sürsün, halk aydınlanmasın, özgürleşmesin. Çalışması da, düşünmesi de buyurganların iki dudağı arasında olsun. Nedenini anlamadan ömrü boyunca sefaletle mücadele etsin.
Bu kesimin dillerine pelesenk ettikleri halk böyle istiyor, safsatasını Bayır ta o tarihten, alaycı bir dille yanıtlar:
“Onlar fikirlerini şöyle bir cümle içinde özetlerler: ‘Halkın genel duygularına uymak ve ondan dışarı çıkmamak.’ Halkın duyguları ise, ancak onlarca bilinmektedir, göğüslerinin üzerinde içten bir ibre vardır. Duygulardaki en ufak titreşimleri haber verir. Halk bir şeyden yerinmiş, üzülmüş müdür? Bunu siz ve başkaları bilemezsiniz, ancak onlar bilebilirler. Onların aklı sıra bize düşen vazife halkın kalabalığı arkasından yürümektir.” (Bayır 1971: 40)
Eğitimciler o dönemde çok özgür çalışır, düşünce üretirler. Tek ölçüt halkın yararıdır. Bu yönde, tıpkı Ali İktisat Meclisleri uygulamasında olduğu gibi, eğitim konusunda da Sovyet deneyiminden yararlandıkları olur. Vagonlardan oluşan gezici eğitim etkinlikleri düzenlenir. Bu tiren, gittiği yurt noktalarında gerekli sürelerde kalarak halkın eğitilmesi sağlanır. Bu uygulamanın Sovyet deneyiminde gazete, sinema, tiyatro, okuma yazma vardır. Gidilen yerin konumu üzerine gözlemler de yapılmış olur bu yöntemde. Bayır Türkiye’deki gezici eğitim uygulamasının yöneticisidir.
İsmail Hakkı Tonguç’la büyük bir iş ve gönül birlikteliği içindedir. Uzakta oldukları dönemlerde sıklıkla yazışırlar. Köyün Gücü’nde bu yazışmalara, Tonguç’un eğitim ve yönetim düşüncesine, yurtdışı gözlemlerinden yansımalara geniş yer verir. Önemli eğitimcilerden H. Lietz’in halk eğitimi düşüncesi ve uygulamaları irdelenir. Bu niteliğiyle de kitabın belgesellik niteliği güçlenir.
Bayır, şöyle anlatır vagonla eğitime ilişkin o güzel çalışmayı:
“Devlet Demiryollarının vagonuyla Anadolu’ya çıktık. Tonguç, Hayrullah Örs, Reşat Şemsettin Sirer, Sağlık İşleri Genel Müdürü ile vagonda yatıp kalkıyoruz. Sadri Ertem de bize katılıyor. Öğretmenlere eğitim çalışması yapıyoruz. Hepsi geliyor. İş eğitimi üzerinde özellikle duruyoruz. Bana da İzmir’deki tatbikatı anlatma görevi verdiler. Bir, bir buçuk ay kadar böyle bir hayat yaşadık. Bu heyetin iki havası vardı. Biri eğitim havası. Nasıl bir eğitim? Bunun teknikle ilgili gelişme evresi neyse ondan öğretmenleri nasiplendirmeliydik. Gramofonda eğitim araçlarındandı. Nâzım Hikmet’in şiirlerini de bu arada çalar söylerdik. Yalnız Sirer’i çağırmazdık.
1937’de eğitmen kursları açılınca Edirne Karaağaç, Manisa Sarayköy, İzmir Kızılçullu eğitmen kurslarını eğitim şefi olarak yönettim.
Mektep müzesi günlerinden başlayarak eğitim kurslarına ulaşan süre içinde Tonguç’la içli dışlı sade bir ilişki içindeydim. 1939’da Hasan Ali’nin emriyle, Hayrullah Örs’ten boşalmış olan İlköğretim Genel Müdürlüğü Şube Müdürlüğüne geldim. Bu görev 1946’ya kadar sürdü. Tonguç’la 1959’a kadar geceli gündüzlü beraber olduk. Birbirimizi ara durumdaydık. 1959’da emekli olup Foça’ya geldim.” (Sarıhan 2003: 91) Gramofonun kullanılması bana, yıllar sonra Prof. Dr. Server Tanilli’nin de aynı yöntemi derslerinde kullanmasını çağrıştırdı.
Nâzım Hikmet’in eğitim çalışmasında değerlendirilmesi özgür davranabilmenin bir diğer kanıtını oluşturuyor. Toplumda sınıfsal yapıyı emekçiler yararına dönüştüren, değiştiren Türk Devriminin, kararlılıkla sürdürülmek istenmemesi nedeniyle; sınıfsal çıkarları, sömürüsü ortadan kalkmaya yüz tutan sınıfları devrime karşı harekete geçeceği neredeyse bilimsel bir gerçektir. Toplumsal devinimde boşluğa yer yoktur. Devrim istenç ister. Cumhuriyet yönetiminde, yola çıktığı yakın çevresinde Atatürk’ün düşüncesine koşut devrim algısı edinmiş bir diğer kişinin bulunmadığı yapılan incelemeler sonucunda da açıklıkla görülmektedir. Yine O’nu en iyi anlayanlar Ferit Oğuz Bayır, Hasan Ali Yücel, İsmail Hakkı Tonguç, Sabahattin Eyuboğlu, Rüştü Uzel, Mazhar Müfit Kansu gibi; süreğinde söz konusu eğitim modeliyle yetişen yazarlar, eğitimciler gibi halkçı, laik, devrimci aydınlardır. Gericiliğin devrimi aşındırmaya başlamasına karşın, tansık yaratırcasına, devrimin bir dönem daha adanmış insanların omuzlarında sürdüğünün en güçlü kanıt yapıtı köy enstitüleridir. Ferit Oğuz Bayır köy enstitülerinde uyguladıkları eğitim anlayışını, öğrencilerin niteliğini, Köy Enstitülerinde fikir yapısı başlığı altında, etkili ve içten bir dille şöyle anlatır:
“Köy Enstitülerinde yetişenlerin toplumsal potaları; insan soyunu aşağılatan işlemlere karşı koymak, kendi ulusunun sorunlarına dalmak, köy toplumlarına yukarıdan bakan baremci bir memur postu özleyicisi olmamak, iktidarın kapısına yanaşmacı olmamak… Aramızda bu karakteri işin, bildiğimiz üretici işin yaratacağı düşüncesi asıldı.
Köy Enstitülerindeki küçüklü büyüklü köylülerde ölesiye inançlı, değişmez dönmez yüzlü insancıklar vardı. Asice mücadelecileri yoktu. Çocukların köylü aile iş yaşamlarından habersizce aldıkları dinamizm, onları yetişme uğraşlarına dağlıyordu. Kendi halinde, sakin varlıklardı. İçlerinden kendilerini gözü bağlı herhangi bir maksada feda eden çıkmamıştır.
Köyün çocuk insanı millet eğitimi girişimine kaynaklık etmiştir. Hiç birinin kendi toplumlarının dışında bir kopmuşlukları olmadı. Bu çapta çocuklar hayat hakkı kazanmak, yeşermek için yapıcılık, tarım, öğrenim ve sanat işleri içinde seçmesiz alın terleri ve göz nurları ile sıralanmışlardır.
Enstitülerde bunlar, özgür hayat gelişmesi düzenini yaşıyorlardı. İçlerinde köylü sınıf kavgası havası yoktu. Gevşekliye düşmeyen iradeleri, düşüncelerinin kuvvetini, sert çalışma duygularını kamçılıyordu. Sökülmez temelleri harçları buydu. Ufukların karardığı, geleceğin emin olmadığı zaman bile ileriye bakmak gereğinin milli kurtuluşun kaynağı olduğu gerçeği, kurtuluş savaşı kuşaklarından genç köylü kuşaklara sinmiş bir sırdı. Onlardan köy hayatı ve işlerine karşı içten bir güdü vardı. Çünkü bu güdü onlara, kendi refahlarının da eninde sonunda köy varlığına dayandığını sezdiriyordu.” (Bayır 1971: 278, 279)
Sabahattin Eyuboğlu’nun da üzerinde durduğu, iş içinde eğitim ilkesini Bayır’ın da vurguladığı görülüyor.
Bayır, devrime inançsız, hatta karşı yönetimlerin, demokrasinin başat gereksinimi olan halk eğitimini, dolayısıyla demokratik gelişme amacını en hafif söyleyişle savsaklamalarına, yakın geçmişte ise düpedüz bilerek ve isteyerek ortadan kaldırma girişimlerine Köyün Gücü’nde geniş yer verir. Günümüzde de sıklıkla dillendirilen sözde gerekçeler o dönemde ortaya atılır. Kaynak yokluğu, bütçe durumu, çalışan azlığı gibi bir dolu boş söz yığını ile haklı istekler boğulur. Bayır kararlılıkla, devrimci ruhla sorunların kaynağını imler:
“Büyük devlet adamı ağzı ile ileri sürülen bahaneler: Zaman meselesi, para meselesi, bütçemizin hali, ağır yük gibi, işi erteleyen laflar arasında köylü halka karşı görev olan: İlk eğitim, öğretim, eğitimde fırsat ve imkan eşitliği ana hakları da güme gitmiş, devrimler de pembe köşklerin çevresinde biçimsel durumda çakılı kalmıştır. Kumandanlar, savaş komutanlığını başardılar, gereklerini kestirip ordular hedefe vardı. Fakat devrim savaşına halkın kalkınmasına giden metotlu çalışma yollarını benimseyip halkla bağdaşamadıkları için emekçi insanlar, kaygılı dünyalarında kendi başlarına bırakılmış oldular. Bu tıpkı harbi kazanan askerlerin aç, susuz, yiyeceksiz, çatısız bırakılmasından farksızdır.” (Bayır 1971: 48)
“Devletin eğitimi, köylü halkla yapılacak işbirliği ile üretimci bir temele oturtma çabasına girişmemesi bugün çektiklerimizin köküdür. Bu düzen kurulamadığı içindir ki, toplumumuz, Ortaçağ kalıntısı durumunu sürdürmektedir.” (Bayır 1971: 73)
Bayır 2010 yılını anlatır gibidir. Devrimin toprak devrimiyle, diğer deyimle derebeylik düzeni alaşağı edilerek tamamlanmamış olması ülkemizin sürüp giden, daha da ağırlaşan bilgisizlik ve yoksulluğunun başat nedenidir. Bayır bu çözümlemeyi yaparken laiklik vurgusuna büyük önem verir. Yapılan bir söyleşide dile getirdiği gibi:
“Size bu çelişkinin özünü söyleyivereyim: ‘Elveda Reşat’ diye bir yazı var bende. Bu yazı Milli Eğitim Bakanı sıfatını taşıyan Reşat Şemsettin Sirer’in dinci bir şair karşısında içten içe ne durumlar aldığını gösteren bir belgedir. Yani 1946’ya kadar devam eden uygulamadan alınan mesafe, yürünen yol, hür Cumhuriyet düşüncesi, idesi Mustafa Kemal anlayışıydı. Fakat 1946’da bakanlık makamına oturanlar dahi gizliden gizliye dini değerin peşine düştüler, sonuç budur!..” (Gezer 2003: 119) Bayır, N.F. Kısakürek’in Sirer’e mektubunu Köyün Gücü’nde yayımlar. (Bayır 1971: 286-288)
Bayır bugün yapılanları Cumhuriyet’in mevzilerinin her gün yitirişini görseydi ne derdi, nasıl yanardı kim bilir? Ancak şundan eminiz ki, içi yansa da halkından umut kesmezdi. Tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi, devrimci kişilik bunu gerektirir. Tersi kolaycılıktır, tarihe ve olaylara bilimsel bakmamaktır.
Türk ulusu yenilikleri, devrimleri benimsemekte hiçbir sıkıntı duymamıştır. Aksine kanıt gösterilemediği gibi, gönülden benimsediği, kendi yararına olduğunu kavradığı dönemin fotoğraflarından, yazılarından, yeni abeceyi birkaç ay içinde öğrenişinden, uygar giyim tarzından açıkça anlaşılmaktadır.
1980 miladının ardından, Türk aydınının bilinci büyük bir aşınmaya uğradı. Gerçek aydınlarla, olmayanlar arasında turnusol kâğıdı benzeri ayrışma yaşandı. Düşünce dünyası, tutarlılık yeteneğini, ilerleme düşüncesini yitirdi. Üniversitelerde bile, tutarlılık dizgesi, birikim bir yana bırakıldı. Bilimsel yaklaşımın yerini; içi boşaltılmış kavramlara dayandırılmaya çalışılan sözde çözümlemeler aldı. Her kavram her kavramla pervasızca yan yana getirilebildi. Buna da süslü bir ad bulundu::Postmodernizm.
Bireyin seçeneklerle tanışıp bilgileneceği, seçimlerini özgür biçimde yapacağı koşulların sağlanması çağdaş demokrasinin gereğidir. Aksi durumda demokrasiden, gerçek seçimden söz edilemez Ancak bu koşullar yaratıldığında parlamentoları sağlıklı çatışmaların, yani sınıf çelişkilerinin belirleyeceği söylenebilir. Bireyin görece özgür yurttaş konumunda bulunduğu sanayi toplumu öncesi, toprak (derebeylik) düzenine ilişkin cemaat, tarikat, budun gibi eşitsizlik üreten yapılar içinde bireyin özgür olamayacağı, tersine, temel haklarını bile kullanma olanağından yoksun kalacağı bilimsel bir gerçektir. Toplumsal gelişmede bireyi oluşturabilmenin zorunlu yöntemi ise Bayır’ların önderlik ettiği halk eğitimidir. Şimdi bu gerçek ışığında bilim süsü verilmiş bir sefalet örneğine bakalım.
Sosyal Sorunları Araştırma ve Çözüm Derneği SORAR, 23 Mayıs 2008 tarihinde, “Mahalle Baskısı” Şerif Mardin: “Ne Demek İstedim” başlıklı bir toplantı yapıyor. SORAR Başkanı Ruşen Çakır’ın yönettiği toplantıda Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Şerif Mardin şunları söylüyor:
“Şimdi uzun vadede bu inşanın, bu iki inşanın birbiriyle rekabetinde bir tanesinin kaybettiğini görüyoruz. Bunu önceden söylemek mümkün değil, kim kaybetti öğretmen kaybetti. Çok kaybetti mi, yok çok kaybetmedi. Çünkü hani öğretmeni ortaya getirmiş olduğu yeni inşa ve grup tipinin külliye tipinin bir etkisi olmuş Anadolu’da. Fakat 1950’den beri bu rekabette tuhaf bir şekilde çok aydın olan, çok iyi işler yapmak isteyen, halka doğru gitmekte bayağı bir kendine bir şekil vermiş olan, halkı seven falan öğretmenin bu işte geride kaldığını görüyoruz. Benim buradaki buluşum şu; öğretmen okul, öğrenci, kitapları vs. ve bütün o yeniden inşa edilen ve cumhuriyetin bize getirmiş olduğu bu inşa edilmesi istenen kollektivitede ve bu işe iştirak eden katılan vatandaş. Burada küçük bir eksik var ama o küçük eksik büyük bir eksik aslında. Cumhuriyette iyi, doğru ve güzel hakkında çok derine giden bir düşünce yok. Diyeceksiniz ki peki tabi canım adam laik bir sistem ileri sürdüğü için bu işlerle uğraşmaz bu insanlar, tamamen yanlış. Avrupa’da yüzlerce sene, binlerce sene dindar olsun, dindar olmasın insanlar her iki grup da ve bu arada bilhassa laik içinde diyebileceğimiz grup, iyi doğru ve güzel konusunda tartışmalara girişmiş ve bu konuda binlerce, onbinlerce sayfa yazmıştır. (…)Mahallenin kendisine baktığımız zaman, orada gerçekten iyi, doğru ve güzel hakkında bir düşünce var. Nedir o düşünce? İşte İslami düşünce tarzı. Bu İslami düşünce tarzının ancak fevkalade statik bir şekli olduğunu söylemek mümkün değildir. Şunu hatırlayın; 1970’lerden sonra mahallenin değerlerini kendi üstlerine almış olan yeni bir alan ortaya çıkıyor. O da belediye alanı. Bu konuda çok neşriyat okuduk ve belediye alanı içinde eskiden mevcut olmayan bir takım işlerin nasıl yapıldığını ve müspet olarak yapıldığını gördük.” http://www.sorar.org.tr/SerifMardin20080523.aspx
Prof. Mardin’in yere göğe sığdıramadığı mahallesi, onun belediyeyle simgeleştirdiği olanakları yoluyla yüzlerce rezaletin odağı durumundadır. İşte birkaç örnek:
İstanbul’daki bir ilçe belediyesi evlenen çiftlere, Prof. Hamdi Döndüren adlı İslamcı şarlatanın, kadınların dövülebileceğini bildiren, öğütleyen kitabını armağan diye veriyor.
İzmir Aliağa’da bir okul servisi kaza yaptı. Taşımalı eğitim gören öğrencileri taşıyan midibüste dört çocuk öldü, 26 kişi yaralandı. Radikal, 11/09/2008
Mili Eğitim Bakanlığı, kırsalda maddi olanaksızlıklar nedeniyle okula gönderilmeyen kız çocukları için taşımalı eğitim sistemi uygulamasına geçiyor. Açıklama MEB Müsteşarı Esengül Civelek’ten geldi. CNN, 27/08/2010
CHP Ankara Milletvekili Yılmaz Ateş, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde 25 bin kitabın yer aldığı kütüphanenin 2009 yılından buyana kapalı kalma gerekçesini sordu. Hürriyet, 28/10/2010
Zafer Mutlu’nun Kemerburgaz’daki okulu, kaçak ve ruhsatsız olduğu gerekçesiyle belediye ekiplerince yıkıldı. Cumhuriyet, 23/08/2010
Adana’da, PKK yandaşlarının provokasyonu sonucunda, ilköğretim okuluna aşı yapmaya gelen sağlık görevlileri taşlandı, 4 kadın öğretmene ise Molotof kokteyli atıldı. Cihan Haber Ajansı, 28/10/2010
Adana’da Seyhan Belediyesi İlköğretim Okulu bahçesindeki Atatürk büstüne çirkin saldırıda bulunuldu ve duvara terör örgütü PKK lehine yazılar yazıldı. Hürriyet
Van’ın Vali Mithat Bey İlköğretim Okulu 5. sınıfında okuyan 12 yaşındaki E. S. türbanla okula alındı. DHA, 28/10/2010
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, tarikat ve cemaatlerin kurumu haline geldiğini belirten Prof. Şahin Filiz, Diyanet Kanunu’nda yapılan değişikliklerin Şeyhülislamlık kurumundan çok daha gerici bir değişimin habercisi olduğunu belirtti. Aydınlık
Çoğaltılabilecek bu örnekler Ferit Oğuz Bayır’ın halk eğitiminin yarım bırakılmasına, devrimin sahipsiz bırakılmasına yiğitçe tepki göstermekte nasıl da haklı olduğunu ortaya koymaktadır.
Köyün Gücü’nün yazıldığı dönem de düşünüldüğünde arı Türkçe gözetilerek, öz sözcükler yeğlenerek, neredeyse anı roman tadında yazıldığı belirtilmelidir. Köyün Gücü, bir yazım düzenlemesi yapılarak mutlaka yeniden yayımlanmalıdır. Bu değerli yapıttan ekin yaşamımızın yoksun kalması en kısa zamanda giderilmesi gereken bir eksikliktir.
Ferit Oğuz Bayır, bir kavga adamıdır, eğitim savaşçısıdır. Türk halkının, cehaletten kurtuluşunu, bilgilenmesini, aydınlanmasını borçlu olduğu; onur ve erdem anıtı, bilge eğitimcilerdendir. Şeker çuvalı bezinden giysi giyecek kadar ortaklaşa yaşama inanmış bir değerimizdir. Omurgalı, adam gibi adamdır. Gelecek kuşaklara mutlaka tanıtmak gerekir. Gençler, nasıl insan olunacağını Bayır gibi ustaların yaşamından, yaptıklarından, kişiliğinden öğrenmelidir. Günümüz yaşamının buna her zamankinden çok gereksinimi var.
Güzel anısı önünde saygıyla eğilirim.
Kaynaklar
Apaydın, Talip “Anıt Eğitimci Ferit Oğuz Bayır”, Ferit Oğuz Bayır’a Saygı, (Haz. M. Aydoğan, Z. Kanalıcı), Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Yayını, 2003
Bayır, Ferit Oğuz Köyün Gücü, Ulusal Basımevi, 1971
Gezer, Nadir “Ferit Oğuz Bayır’
Sarıhan, Zeki “Gelecekten Umutluyum”, Ferit Oğuz Bayır’a Saygı, (Haz. M. Aydoğan, Z. Kanalıcı), Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Yayını, 2003
---------------------------------------------------------
Soru: Köy Enstitüleri yeniden açılabilir mi?
Yanıt: Bu soruyu yanıtlamadan önce “Köy Enstitüleri niçin açıldı, niçin kapatıldı” sorusunu yanıtlamak yararlı olacaktır.
Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı
----------------------------------------------------------------------------------- KARAÖZÜ’DE KÖY ENSTİTÜSÜNE İLK KAYIT OLANLARIN ÖYKÜSÜ
17 Nisan 2005 tarihinde kasabamızda “ Ağaç Dikme Bayramı” etkinliği için kasabaya gitmiştim. Bu etkinlik Köy Enstitüsünün kuruluş yıldönümü ile aynı tarihe gelmesi nedeniyle belediye başkanımız sayın ÇAKIR GENÇ ile fikir alışverişi yaptık. Önerim; kasabamızda bu güzide okulun ilk mezunlarının adına da birer ağaç dikelim, yaşamını yitirenlerin var ise ki vardır torunu ,oğlu, kızı kimi var ise ağaçları diksinler, yaşayanlar da kendi adına birer fidan diksin böylece tören alanında da Köy Enstitüleri hakkında bir de konuşma yapılsın diye önermiştim sayın başkana teşekkür ederim bunu aynen uyguladık. İlk mezunlarından benim saygıdeğer ilkokul öğretmenim Zekeriya ASLAN ilk kayıt oluşlarını bana anlatmıştı... Kendisi ile kahvesinde oturduk tekrar anlattırdım ve kaleme aldım.
6 Temmuz 1940 tarihinde Köy Enstitüsüne kayıt olmak için 12 öğrenciden oluşan kafilemiz eşekler sırtında PAZARÖREN Köy Enstitüsüne gitme kararı aldık.1- Zekeriya ASLAN 2- Hüseyin KARADELİ 3-Halil BAL 4- Yusuf AVCI ( ARDAHANLI) 5-Hasan YAPICI 6- Veli DOĞANAY 7- H.Hüseyin KELEŞ 8- Ziya DOĞANAY 9- Hüseyin IŞIK 10-Hüseyin AVCI (Çete) 11- Ali BAĞCI 12-Mustafa TAŞTAN başımızda da Himmet AVCI (Tapacı) ve Mehmet KELEŞ (Topal MEHMET,bizde bir söz vardır “Yiğit lakabı ile anılır özür dileyerek bizi bugün bu konumlara getiren bu iki insanı da saygı ile anarım) bugün gibi hatırlıyorum bizi götürecekler ancak PAZARÖREN’e nasıl-nereden gidilir bilmiyorlar. Kendi aralarında konuşurlarken bu yöreyi bilse bilse yörenin eşkıyası Gemerekli Fazlı ÇAVUŞ bilir dediler. Yanımıza azıklarımızı da aldık eşeklere bindik sürdük Gemerek’e. Aramızda FAZLI ÇAVUŞU tanıyanda yok. Gemerek’e vardık belediyenin altında kahvede şişman birisi oturuyor. Tapa Himmet amca;
- Efendiağa , biz PAZARÖREN’e gideceğiz, nereden gideceğiz diye sorar ?
Yaz günü iş zamanı kahvede otursa otursa eşkıya oturur o da FAZLI Çavuşmuş,
- Kağıt kalem çıkarın yolu tarif edeyim. Buradan Hacıyusuf köyünün altından geçeceksiniz. Sonra da gideceğimiz köyleri tek tek yazdırdı. Ancak bugün Hanlıya Çerkezlerin köyüne varır ve orada da gece konaklarsınız yarın öğleye doğru Pazarören’e ulaşırsınız dedi.
Karanlık çöktü Hanlı’ya vardık, otu biçilmiş bir çayırlığa mitili attık hayvanlarımızı da yanımıza örkledik. Bu yörede Çerkezlerin yaşadıklarını ve de bizi huzursuz edeceklerini de duyardık, korka korka elimize geçen çaput-bez ne bulursak örtündük uyuduk ki; bir gürültü biri of anam diye bağırdı. Zaten korkuyoruz hepimiz fırladık. Meğer eşekler karnı doyunca boğuşmuş birisi de Topal MEHMET’in üstüne düşmüş.
-Korkmayın, korkmayın soyka üstüme düştü. Dedi.
Olayı anlayınca rahatladık ama o birkaç dakikayı siz gelinde bize sorun. Tekrar yattık, sabah erkenden de yola koyulduk. Saat 12-13 arası Pazarören’e vardık. Vali Çeşmesi denen çeşmenin yanına hayvanları da bağladık sırayla okula koşup bakıp bakıp geliyoruz. 7 Temmuz 1940 okulun önünde Eğitmen arpayı dövenle sürüyor.
Tapacı;
-Haydi kalkın okula gidiyoruz. Birisini bekçi bırakıp okula vardık, Himmet amca bizi kayıt ettirecek. O gün okulda 38 öğrenci kayıt olmuş bizimle 50 öğrenci olacak. Okulun ilk müdürü Sabri KOLÇAK bizi çok sıcak karşıladı, 11 kişi okula kayıt yaptırdık. Topal MEHMET oğlunu yazdırmadı ve ekledi; burası amele mektebiymiş ben oğlumu Kayseri’de Ortaokulda okutacağım, dedi. Müdür bey çok ısrar etti ama nafile...Dinletemedi ve dedi ki; Senin oğlun mu daha önce meslek sahibi olacak bu çocuklar mı hangisi daha önce istikbalini kazanacak göreceğiz, dedi. Himmet amcaya da, seni de bu okula kayıt edeceğim. Deyince;
-Ben evliyim, benim için çok zor olur.
-Evli olmana rağmen seni kabul ediyorum, her ay sana izin vereceğim, dedi. Ama Himmet amca kabul etmedi.
Tapacı Himmet,Topal MEHMET ve oğlu H. Hüseyin KELEŞ (KELEŞ HOCA) hayvanlarımızı da alıp 3 kişi köye döndüler. Köyde bizlerin kayıt olup H. Hüseyin KELEŞ’in geri gelmesi köylümüz arasında “ H. Hüseyin KELEŞ’in verem hastası olduğu için okula almamışlar” dedikodusu yayılmış. H.Hüseyin KELEŞ de 2 gün sonra Kayseri’den bir kamyona binerek yanımıza geldi ve kayıt oldu ilk kayıt yaptıran 12 kişi bizleriz. Okul mevcudu da müdürümüzün istediği gibi 50 kişiye tamamlandı.Daha sonraki yıllarda köyümüzden gelenlerle sayımız 17 sonra da 61 kişiye yükseldi. Eğitim-öğretimimiz 4 yıl sonunda 1944 de son buldu köyümüzün ilk mezunları bizleriz . Bende dedim ki saygı değer öğretmenim, 3-4 ilden gelen öğrenci sayısı ancak 200- 250 civarındadır, köyümüzün 61 olan sayısını orana vurduğumuz da Sivas Valimiz KADRİ EROĞAN’ın bu köyün adı KARAÖZÜ değil olsa olsa MAARİFÖZÜ olur demesi boşuna edilmiş bir söz değildir.
Ben sordum;
- Neden Köy Enstitüsünü tercih ettiniz ? Okulda neler yaptınız? Eğitim-öğretim nasıldı?
Biz 1938 de ilkokulu köyde bitirdik. Erzincan Askeri Okuluna gidecektim. Yoy yoksul halimizde babam buldu buluşturdu harçlık verdi Sivas hastanelerinden rapor almam gerekiyor ancak kayıt için son 3 gün kaldı aksilik Erzincan Askeri okulunun Asabiyeci ve bevliyeci olmadığı için ilimizden verilen raporları kabul etmediği duyumunu da aldım. En yakın il olarak ya Samsun ya da Ankara hastanelerinden tam teşkilli olmak kaydıyla rapor getirmem gerektiğinden askeri okul hevesim para ve zaman darlığından son buldu. O zamanlar 2. Dünya harbi yılları ki; yemeğe ekmek bulamadığımız günler çok olmuştur. O zamanlarda köyümüzde ilkokul mezunu çok az hatta okur-yazar birkaç kişi. Köy Enstitülerine de o zaman pekiyi derece ile mezun olan kişiler alınacağı, Başöğretmen Sivaslı Süleyman bey tarafından muhtarımız Polis HASAN’a bildirilmiş, Gemerek’ten 2 kişi, birisi Ragıp ÇATAK diğerini hatırlamıyorum, Eğerci’den 1 kişi, Mehmet YÜCEL, KARAÖZÜ’den de 2 kişi alınacak ancak pekiyi derece ile mezun olan 3 kişiyiz ben,İsmail Yapıcı ve Ali BAĞCI. Ali Bağcı’nın annesi daha önce ölmüş herkes gibi o da fakirden de fakir. Muhtar Polis HASAN der ki; İsmail YAPICI’yı yazma, onun babası zengin, Ali BAĞCI’yı yaz ,öksüz varsın bir ekmek sahibi olsun. Bu olay 1939 da oldu. Nasıl bir eğitim-öğretim aldığımıza gelince;
Bir günde 4 saat kültür dersleri alırdık. Kış günleri 4 saat işlikte (Atölye) çalışır, yaz günleri ise günde 4 saat tarımla uğraşırdık. Her gereksinimimizi kendimiz üretir, üretirken uygulamalı olarak öğrenir, nasıl öğreteceğimizi de tekrar tekrar uygulayarak öğrenirdik. Yeteneklerimize göre müzik-resim çalışmaları yanı sıra spor da yapardık. Köyümüzde yaptığımız işlerin daha düzgün ve daha iyi ortamlarda okumuzda yapmanın sevinci, ülkeye ve görev yapacağımız yöreye vereceğimiz hizmetlerden dolayı da şimdiden heyecanlanırdık. KARAÖZÜ’nün geldiği noktayı düşünebiliyor musun Vedat’ım O zaman PAZARÖREN’in yerini bilen yoktu, şimdi ise Amerika Başkanının elinden diploma alan dünyanın sayılı üniversitelerinden mezun olan KARAÖZÜ’lüler var. Bu gelişmişlik bu temelde ele alınırsa bizim köy şu anda en gelişmiş ülkelerin önündedir. Sana bir ilginç olay anlatayım. Gemerek Belediye başkanlığı da yapmış Köy Enstitüsünden de arkadaşımız Ragıp ÇATAK o zaman bizim köyde öğretmen olan akrabasının yanında kalıyor, IŞIK Pehlivanla da iyi arkadaşlar birgün bitlerini yarıştırıyorlar, Ragıp’ın biti IŞIK’ın bitini her dafasında geçiyor. Pehlivan bunu hazmedemiyor başka bir yarış teklif ediyor “ Bilmem neyine güveniyorsan gel taş yutalım” diyor. Düşünebiliyor musun şimdikilerin romanlarda okuduğunuz bit yarıştırmayı bizler yoksulluklarla beraber iliklerimize kadar yaşadık. KÖY ENSTİTÜLERİNİN kuruluş yıldönümü olan 17 nisan bugün adımıza ağaç dikme önerisini sunduğun için sana ve belediye başkanımız sayın Çakır GENÇ’e ölen arkadaşlarım ve adıma çok teşekkür ederim. Bu anımızı yazılı olarak genç kuşaklara aktaracak olan KARAÖZÜ ŞAHRUH Dergisi yayın kurulu ve de başkanına teşekkür ederim.
Bende KÖY ENSTİTÜSÜ mezunları olan köyümüzün ve çevre köylerimizin aydınlanmasında katkıda bulunan bu ilk ışık kabul ettiğim öğretmenlerimize sevgi ve saygılarımı sunuyor, hakka yürüyenlere, yaşamını ülkemizin çeşitli yörelerinde sürdürenler adına ilkokul öğretmenim ve müdürüm olarak elinizi öpüyor geldiğim konumumda katkılarınızdan dolayı teşekkür ediyorum.
Karaözü,17 Nisan 2005,
Vedat TATAR
Eğitimci-Mv. Danışmanı
---------------------------------------------------------------------------------------------------
Köy Enstitülülerin dostu, Cumhuriyet yazarı; Sevgili Mustafa Ekmekçi aramızdan ayrılalı tam 10 yıl oldu. Ankara’da her yıl olduğu gibi onu; Cumhuriyet Gazetesi, Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı olarak ortak etkinliklerle anıyoruz.
Köy Enstitüleri sistemini tam olarak incelemek, bilgi, belge, yayın, film ve benzeri çalışmaları düzenlemek, Köy Enstitüleri olgusunu canlı tutup gelecek kuşaklara aktarmak, günümüz eğitimine katkı sunmak için kurulan Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı’nın kuruluş aşamasında Mustafa Ekmekçi’nin çok emeği vardır. Türkiye’nin değişik yörelerinde yaşayan Köy Enstitülüler ve Enstitülere gönül verenler Vakfın kurulduğunu onun yazılarından öğrenmiş ve ellerinden gelen her türlü yardımı yapmışlardır. Vakıf kurulduktan sonra da Ekmekçi gözümüz, kulağımız olmuş, bütün etkinliklerimizde yanımızda yer almıştı.
Her gazetecinin yazılarında öncelik verdiği konular vardır. Mustafa Ekmekçi de; “Ankara Notları”nda yıllarca: “Köy Enstitüleri, Türkçe ezan, dilde özleşme ve domuz eti” konularına öncelik verdi, bu konularda cesurca yazılar yazdı. Bu yazılar gerici kesimleri hep rahatsız etti. Birçok kez tehdit aldı. Akıllarınca korkutup sindirmeyi düşündüler. Ama Ekmekçi hiçbir zaman korkmadı ve yaşamının sonuna kadar bu konularla ilgili yazılarını sürdürdü...
Ekmekçi’nin yazılarını okumaya başladığım zaman, çoğu insan gibi ben de onu Köy Enstitülü sandım. Oysa Köy Enstitülü değildi; ama Köy Enstitülerinin önemini kavrayıp içselleştirenlerin başında geliyordu.
Mustafa Ekmekçi, yoksul köy çocuklarının kız, oğlan ayrımı yapılmadan toplanıp Köy Enstitülerinde eğitmenin, gerçekte bir kurtuluş savaşı vermek olduğuna inanırdı. Enstitülerde yetişen o yoksul köy çocuklarının çoğunu tanımış, onlarla söyleşmiş, anlattıkları anıları köşesine taşımıştı.
Enstitüler bütün olanaksızlıklara karşın mucize denilebilecek bir eğitimi gerçekleştirmişti. Bu yüzden her yıl 17 Nisan’da Köy Enstitüleri üzerine köşesinde birkaç yazı yayınlardı. Köy Enstitülerini kuran Cumhurbaşkanı İnönü, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un ölüm yıldönümlerinde Köy Enstitüleri’yle ilgili ilginç anılar yazardı.
Ölümünden bir yıl önce Köy Enstitüleri üzerine yazdığı tüm yazıları “Öksüz Yamalığı Köy Enstitüleri” adlı bir kitapta toplamıştı. Kitabın önsözünde Köy Enstitülü Mahmut Makal, Ekmekçi için şunları söylüyor; “Ekmekçi, Köy Enstitülüden daha Enstitülü bir yazarımızdır. Tonguç örneği bir halk adamıdır. Eğitim ve Köy Enstitüleriyle ilgili olarak Köy Enstitülüler hep onu ararlar. Mektuplar, yazılar, telefonlar yağar ona. Gazetedeki odası arı kovanı gibi işler. Bildiğim kadarıyla bu insan seli başka bir yazara akamaz... Hepsini kabul eder... Hepsinin sorununu çözmeye çalışır. Yazı getirenlerin yazılarını gazetenin mutfağına yetiştirmeye çalışır. Çaylarını kahvelerini eksik etmez. Yazıları da bu yüzden, ona ulaşanların sorunlarıyla, ürettikleri düşüncelerle doludur.”(2)
Yakın geçmişte Mustafa Ekmekçi gibi Cumhuriyetçi, Kemalist, yurtsever, halkçı, antiemperyalist yazarları tanıyan bizler; bugün ülkemizin ve halkımızın içinde bulunduğu sıkıntılar karşısında çoğu gazetecinin takındığı suskunluğu anlamakta zorlanıyoruz. Bir zamanlar bu toplumun en cesur insanları olan gazetecilerin iktidar baskısı karşısında suya sabuna dokunmadan güllük gülistanlık bir ülkede yaşıyormuşuz gibi köşe yazıları yazmalarını kabullenemiyoruz. O duyarsız, halkına sırtını dönen gazetecileri gördükçe okudukça, Mustafa Ekmekçileri daha da çok özlüyor daha da çok arıyoruz.
Ne yazık ki, son yıllarda yaşadığımız önemli iç ve dış olaylar karşısında çoğu gazeteci - yazar iyi bir sınav verememiştir. Cumhuriyet Mitinglerine katılan milyonların “Satılmış Medya” sloganları atması, boşuna değildir. Halkımızın gözünden kaçmayan bir gerçek, kalın ve kırmızı çizgilerle çizilerek medya patronlarının önüne konulmuştur.
Meydanlarda haykıran milyonlar; Irak’ta işgali alkışlayan, yoksulluğa, hırsızlığa, işsizliğe, haksızlığa gözünü kapayan, Boğaza karşı viskisini yudumlayarak yazı yazan, Cumhuriyet’in temel değerlerine saldıranları demokrasi adına savunan, küreselleşmeyi çağın gereği sayan, laiklik için sokaklara dökülen milyonlarca insanı darbeci, demokrasi karşıtı gibi göstermeye çalışan gazetecilerin yazılarına başka nasıl tepki verebilirdi?..
O gazetecilerden kimi Başbakanın yanağını okşadı. Kimi uçakta yiyip içtiğini anlattı. Kimi iş takipçiliği yaptı. Kimi dönek, Kimi işbirlikçi, Kimi de Soros fonlarından besleniyordu ve onlar gazetelerdeki köşelerini babalarının çiftliği gibi kullandılar.
Bu kadarla da yetinmeyip halkımızı uyutmak, duyarsızlaştırmak için televizyon programları yaptılar. İzledikçe midemiz bulandı. 12 Eylül’ün darmadağın ettiği örgütsüz toplumda yaşamamın zorluğu içinde bir şey yapamadan baktık.
Hüzünlü gözlerle “Ah Mustafa Ekmekçi olsaydı, Uğur Mumcu olsaydı, Ahmet Taner Kışlalı olsaydı, Muammer Aksoy olsaydı, Çetin Emeç, Turan Dursun, Bahriye Üçok ve onlar gibi daha niceleri olsaydı...” demekten kendimizi alamadık.
Ama her şeye karşın Ekmekçilerin, Mumcu’ların, Kışlalıların yaktığı ışıklarla aydınlandı önümüz. Onların yazılarıyla bulduk karanlıkta yolumuzu. Tandoğan’da, Çağlayan’da, Gündoğdu’da onların yazılarıyla aydınlanmış milyonlar vardı...
21 Mayıs 2007 Pazartesi günü, Saat: 12:30’da Sevgili Mustafa Ekmekçi’nin Cebeci’de Gömütüne Cumhuriyet Gazetesi ve kır çiçekleri bırakacağız.
ERDAL ATICI
Başaran ve Başaran gibi 17 bin köy çocuğunu bilisizlikten ve karanlıktan çekip alan ve bugün yapıtlarını ilgiyle okuduğumuz yazarlara dönüştüren Köy Enstitüleri gerçeğine kısaca değinmekte yarar var.
Osmanlı devletinin yıkılmasının altındaki gerçek neden; bilimsel, laik ve ulusal eğitimden uzak bir eğitim dizgesinin benimsenmiş olmasıydı. Oysa Cumhuriyetin amacı; “toplumu tam bağımsız, onurlu, yüce bir toplum olarak yaşatmaktı.” (S.27) Bu nedenle Atatürk; “Eğitimdir ki, bir ulusu ya özgür, bağımsız, ünlü ve yüce bir toplum olarak yaşatır, ya da tutsaklığa, yoksulluğa sürükler.” diyerek eğitim dizgesinde izlenecek yolu işaret etmişti.
Altı yüz yıl boyunca büyük çoğunluğu eğitimsiz bırakılan, çok küçük bir bölümü de kulluk eğitiminden geçirilen bir ülkede laik, bilimsel ve akılcı bir eğitime geçilmesi gerçekten şaşılacak bir olaydı. Bundan böyle Cumhuriyet Öğretmeninin en önemli işi “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirmek” olacaktı. Peki, özgür yurttaşları yetiştirecek olan öğretmenler nasıl yetiştirilecekti? Bu yönde kapsamlı çalışmaları Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati başlatmıştı. Özellikle 1928 yılında gerçekleştirilen “abece devrimi” okuryazar sayısını arttırtmaya yönelik önemli bir adımdı. Yine Mustafa Necati döneminde kurulan Talim Terbiye Kurulu, cumhuriyet eğitiminin bilimsel temeller üzerinde yükselmesini sağlayacak önlemleri alacaktı…
Hazırlıkları 1935'te başlayıp özgün biçimiyle 1940 – 46 yılları arasında uygulanan Köy Enstitüleri; yalnızca bir öğretmen yetiştirme tasarımı değil, Cumhuriyetin uygarlık tasarımı, köy emekçisinin kurtuluş destanıdır.
Köy Enstitülerinde uygulanan “iş içinde, iş aracılığıyla, iş için” eğitim ilkesiyle yoksul köy çocukları özgürleşerek, yurdun her alanda canlandırılması için savaşım verebilecek bilgi, beceri ve donanıma sahip olmuşlardır. Enstitüde verilen eğitim sonucunda; üretken, hak ve ödevlerini bilen, soran, düşünen, araştıran, eleştiren öğretmenler olarak yetenekleri doğrultusunda yerelden evrenselliğe doğru büyük bir yolculuğa çıkmışlardır.
Köy Enstitülerinden yetişen Mehmet Başaran, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Fakir Baykurt gibi toplumsal gerçekçi yazarlar, yapıtlarıyla yalnızca yazın dünyamızı sarsmakla kalmamışlar, aynı zamanda köy gerçeğini Türkiye gerçeği haline dönüştürmüşlerdir.
...
---------------------------------------------------
KÖY ENSTİTÜLERİ UNUTULMAYACAK…
ERDAL ATICI
Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı
Köy Enstitülerinin kuruluşunun 70. yılını kutluyoruz. Birçok yerden “Köy Enstitüleri”ni anlatmamız için çağrılar alıyoruz. Vakfımıza birçok öğrenci ve araştırmacı geliyor, Köy Enstitüleri üzerine yüksek lisans ve doktora tezleri hazırlanıyor. İlgi, her geçen yıl daha da artıyor. Bu ilginin temelinde, eğitim dizgemizin bugün içinde bulunduğu büyük sorunlar ve bu sorunların bir türlü çözülememesi yatmaktadır.
Köy Enstitüleri niçin unutulmadı sorusunu yanıtlamak için bu okulları kuruluşundan yıkılışına kadar ana hatlarıyla yeniden anlatmak yararlı olacaktır.
20. yüzyıl başlarında Anadolu’da karabilisizlik yaygındı. Halkın yaklaşık yüzde 90’ı okuryazar değildi. Okuryazar kadın yok denecek kadar azdı.
İstanbul’da saray çevresi ve devleti yönetenler dünyada görülmeyen bir saltanat sürerken, Anadolu insanı Ortaçağ karanlığında bir yaşama terk edilmişti.
Bu utanç verici durumu yaratan yöneticiler okuryazarlığı artırmak için de çaba göstermiyorlar, eğitim alanında büyük reformları gerçekleştirmiyorlardı. “… Yoksul halkın ve köylülerin okuyup adam olmaları zaten istenilen bir şey değildi. Bunlar da okudukları taktirde idareci ve sömürücü sınıfa hizmet edecek insan bulunamayacağından korkulmakta idi. Hem sonra bu uyanmış halkı kim idare edecekti düşüncesi okuryazar sınıfına katılanların aklına geldikçe sıkıntı veriyordu. Fertleri din afyonu ile uyutulmuş, ağaya ve devlet memuruna tapınan bir insan haline getirilmiş bir cemiyette düzeni bozmanın manası var mı idi.” (1)
Anadolu halkının çağın bu kadar gerisinde kalmasının önemli bir nedeni yüzyıllardır uygulanan eğitim dizgesiydi. Osmanlı Devletinde 3 kanallı bir eğitim dizgesi uygulanıyordu. Bunlar; Medreselerde uygulanan dinsel eğitim, azınlık ve yabancı okullarda uygulanan milliyetçi eğitim, klasik Tanzimat okullarında uygulanan batılı tarz eğitim...
Uygulanan bu üç kanallı eğitim sonucu, üç ayrı görüşte ve sürekli birbirleriyle çatışan bir toplum yaratılıyordu.
Türkiye’de “1905 yılına gelindiğinde Osmanlı topraklarında hükümet tarafından tespit edilebilen yabancı okul sayısı 600 civarındadır, ancak tespit edilemeyen evlerde ruhsatsız olarak faaliyette bulunan yabancı okul bu rakamdan çok daha fazladır.” (2) Bu okullara Türk müfettişler giremez ve onları denetleyemezlerdi.
Bu üç kanallı eğitim dizgesi sürerse ilerlemenin, modernleşmenin, bir ulus olmanın olanağı yoktu.
Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk, daha Kurtuluş Savaşı’nın en ateşli günlerinde, Ankara’da Öğretmenler Kurultayını toplamış ve Bağımsızlık Savaşı’nın kazanılmasından sonra asıl savaşın cehaletle savaş olacağını belirtmiş, o savaşı da öğretmenlerin yapacağını açıklamıştı.
3 Mart 1924’te çıkan “Öğretim Birliği Yasası” ile Osmanlı Eğitim Dizgesindeki üç başlılık ortadan kaldırıldı. 1 Kasım 1928’de eğitimin yaygınlaşmasını engelleyen, Türkçe’nin yapısına uymayan, zor okunup öğrenilen Arap harfleri kaldırıldı. Millet Mektepleri açıldı ve büyük bir okuma yazma seferberliği başlatıldı.
Bütün bu yapılanlara karşın Mustafa Kemal Atatürk’ün eğitim alanında istediği başarı sağlanamamıştı. 1935 yılında, 40 bin köyden 35 bini okulsuz ve öğretmensizdi. Sık sık Milli Eğitim Bakanı değiştiriliyordu. Şöyle ki; TBMM Hükümetinin kurulduğu 1920 yılından 1935 yılına kadar geçen on beş yılda 18 Milli Eğitim Bakanı, 8 İlköğretim Genel Müdürü görev yapmıştı. Bu rakamlar bir arayışın olduğu ama bulunamadığının belgesiydi.
Mustafa Kemal’in silah arkadaşı Kurmay Albay Saffet Arıkan 1935 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’na (MEB) getirildi.
Saffet Arıkan Bakan olunca eğitimle ilgili yazılarından düşüncelerini bildiği ve kendi düşüncelerine yakın bulduğu İsmail Hakkı Tonguç’u İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne atadı. Tonguç konunun yabancısı değildi. Büyük bir sorumluluk yüklendiğinin de farkındaydı. Yaptığı ilk çalışma “Türkiye’de İlköğretimin Durumu Nedir?” çalışmasıdır. Çalışma bir rapor haline getirilir ve 1935 yılı sonlarında Bakanlığa sunulur. Raporda eğitim alanında hem sorunlar sergilenir, hem de çözümler önerilir.
1936 yılında ilk eğitmen kursu, 1937’de Köy Öğretmen Okulları açılarak deneme, hazırlık dönemi başlatılır. Edinilen deneyler yeter görülerek yapılabilecekler yasalarla kesinleştirilir. 17 Nisan 1940’da Köy Enstitüsü Yasası çıkar. Köy Öğretmen Okulu olarak açılanlar Köy Enstitüsüne (K.E) dönüştürülür. Sayıları hızla çoğalır. 19 Haziran 1942’de Örgütlenme Yasası, 1943’de Sağlık Elamanı Yetiştirme Yasası çıkar. 1942’de sistemin üst kurumu olan Yüksek Köy Enstitüsü açılır.
Böylece köylerde uygulanacak okullaşma sistemini de içine alacak olan Köy Eğitim Sisteminin “Köy Enstitüler Sistemi” yasal dayanakları tamamlanmış olur.
KÖY ENSTİTÜLERİNDE TÜRK EĞİTİM DİZGESİNDE OLMAYAN İLK UYGULAMALAR
Tonguç Köy Enstitülerini şöyle tanımlar: “Köy öğretmenleri ile köye gerekli başka mesleklerin erbabını iş eğitiminin ilkelerine uyarak yetiştirmek amacıyla ziraat işlerine elverişli arazisi bulunan yerlerde bölge müessesi olarak açılır. Öğrencisi köyden alınan ve yatılı olan eğitim kurumlarıdır.” Bu tanıma göre eski klasik sistemden ayrı ve Türk eğitim sisteminde olmayan birçok ilk gündeme gelmektedir.
KÖY ENSTİTÜLERİNDE PLANLAMA (1936–1946)
Köy Enstitüleri ile ciddi bir planlama gündeme girdi, uygulandı. Köy enstitüleri 1944 yılında toplu mezun vermeye başladı. 1945 yılında ayrıntılı plan yapıldı. Plan on yıllıktı. Her Enstitü on yılık planını yaptı. Bu planda her enstitünün her yıl kaç eğitmen ve öğretmen adayı alacağı, enstitünün bölgesinde her yıl kaç köyde okul açılacağı belirlendi. Plana göre 1955–1956 yılı öğretim yılı sonunda Türkiye’de okulsuz köy, öğretmensiz okul kalmayacaktı.
1-YÖNTEM: Köy Enstitüleri Sisteminin tüm kurumlarında; Köy Enstitülerinde, Yüksek Köy Enstitüsü’nde, eğitmen kurslarında, Köy Enstitüsü mezunu öğretmenlerin çalıştığı köy okullarında, bölge okullarında, eğitmenli okullarda uygulanan ötekilerden farklı eğitim yöntemleri vardı. Bunlardan birkaçı üzerinde durulabilir.
Köy Enstitüleri deyince akla ilk olarak iş eğitimi gelir. Tonguç’a göre iş: “Değer elde etmek amacı güdülen maksada uygun etkinliktir.” Üretim amaçlıdır.
İş Eğitiminin amacı “Çocuğu toplumun çalışma hayatına katıldığı zaman etkin bir yurttaş olarak yaşayabilecek duruma getirmektir. Bunu gerçekleştirebilmek için çocuğu tanımak onun yaratılışına uygun iş şekillerini bilmek lazımdır.” (4)
Köy Enstitülerinde üzerinde en çok durulan, olmazsa olmaz olarak düşünülen konulardan biri öğrencilerde okuma alışkanlığı kazandırmasıdır. Bu alışkanlığın pek çok konuda anahtar olacağı düşünülmüştür.
Okuma alışkanlığı edinmenin kişinin kendisini yaşam boyu yetiştirmesinde etkin bir araç olduğu kabul edilmektedir. Kişi okuma alışkanlığı sonucu değişik kişilerle ilişki kurar, onların fikirlerini öğrenir, o fikirleri tartışır hale gelir bu da, ilerlemeyi, gelişmeyi sağlardı.
Okuma alışkanlığı köye gidecek öğretmen için ayrı önem taşıyordu. 1930’lu 1940’lı yıllarda köylerinde hiçbir iletişim aracı olmadığı gibi, okuryazar da yoktu. Öğretmenin kendisini geliştirebilmek için izleyeceği tek yol kitap okumaktı. Okuma alışkanlığı olmayan öğretmenin bir süre sonra bildiklerini unutacağı, yeni bilgileri, gelişmeleri öğrenemeyeceği açık bir gerçekti.
Köy Enstitülerinde köye giden öğretmene demirbaş olarak çok sayıda kitap da verilirdi. Köy Enstitülerinde serbest okuma notla değerlendirilir, sınıf geçmede dikkate alınırdı.
Okumalarda sınırlama yoktur. Köy Enstitülerinde öğretilen ders ve iş konularını aydınlatmaya, genişletmeye yarayacak her türlü parça üzerine çalışılabilir, şiir, öykü, roman okunabilirdi. Ancak öğrencilerin yaşı ve sınıfı her zaman göz önüne alınmıştır.
Kitap okuma saatlerinde sınıfça kümece okumalar yapıldığı gibi bireysel okuma da yapılabilirdi.
İvriz Köy Enstitüsü öğrencisi Mehmet Karaman ilk yılları anlatıyor.
“110 kişiyiz camide 3’lü ranzalarda yatıyoruz. Bakanlıktan devamlı kitap geliyor. Beni kitaplık görevlisi yaptılar. Yer yok kitaplar çuvalda. Okuma saati gelince kitapları çuvaldan çıkarıp bir masanın üstüne seriyorum. Herkes bir kitap alıp okuyor. Saat bitince kitapları tekrar çuvala koyuyordum.” (5)
Enstitülerde demokrasi yaşatılarak öğretiliyordu. Öğrenciler enstitülerin işleyişi ile ilgili kararların alınmasına katılıyorlardı. Seçimle işbaşına gelen öğrenci başkanlığı sistemi ve sıra ile yapılan haftalık nöbetlerle sanki enstitüler öğrenciler tarafından yönetiliyordu. Öğrenciler çok geniş iş alanlarındaki bütün işlerin yürütülmesi sürecine katılıyorlar, sorumluluğu üstleniyorlardı. 1000 kişilik bir enstitüde hizmetli sayısı 3’ü 5’i geçmezdi.
2- SİSTEM OLARAK KÖY ENSTİTÜLERİ
Köy Enstitülerinin bölgesel kurumlar olması nedeniyle, sistemde farklı bir yapılanma da gelişti. Türkiye Köy Enstitüleri bölgelerine ayrılıyordu. Kaç enstitü açılmışsa Türkiye o kadar bölgeye ayrılıyordu. Her enstitünün 2-4 ilden oluşan bölgesi vardı. Enstitü öğrencilerini bölgesi köylerinden alır, kendi bölgesinde görevlendirirdi. Genel planlamaya uygun olarak bölgesi planlamalarını kendi yapardı. Zorunlu hizmet koşulu da olduğundan planlamayı aksatmadan yürütmek zor olmazdı.
YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ
İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç, Bakanlığa sonu Yüksek Köy Enstitüsü’nün açılmasına varacak bir öneride bulunur. Öneride enstitülerde öğrenci sayılarının hızla arttığı, Köy Enstitülerine öğretmen bulmada sıkıntı çekildiğini bu nedenle bu sorunun çözülmesi için harekete geçilmesi gerektiği vurgulanır. Bu öneriye yanıt kısa sürede verilir. 19 Ekim 1942’de Yüksek Köy Enstitüsü kurulmasına ilişkin ilk karar çıkar. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kurulur. Yüksek Köy Enstitülerinin ilk öğrencilerinden Abdullah Özkucur, Yüksek Köy Enstitüsü’nü şu şekilde tanımlıyor;
“Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü, kendine özgü konumu; iş içinde, iş aracılığıyla, iş için öğrenme yöntemi; demokratik, laik, özgürlükçü ve halkçı tutumu; çağdaş, gerçekçi ve ilerici düşünce yaşamıyla geleceğin “Köy Üniversitesi”nin çekirdeğini oluşturan bir yüksek öğrenim kurumuydu.” ( 6)
SİSTEMİN DEVRE DIŞI BIRAKILMASI
II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Atatürk devrimlerine ve aydınlanmacı kurumlara karşı olanlar sesini yükseltmeye başladılar. Köy Enstitüleri toprak ağalarını, şeyhleri ve devlet bürokratlarını tedirgin etmeye başlamıştı.
Enstitü kitaplıklarında sakıncalı görülen kitaplar ayıklandı ve yakıldı.
1950 Seçimlerinden sonra Demokrat Partinin ünlü demagogu Tevfik İleri Bakan oldu. 1954 yılında, daha önceden ilkeleri değiştirilen Köy Enstitülerinin adı da kaldırıldı.
Eğitimde bugünkü olumsuzluğun kaynağında Köy Enstitülerinin kapatılmış olmasını da görüyoruz. O deneyimin bugün de yararlanılması gereken çok özellikleri var. O yolu görmeyenler, görmek istemeyenler için aklımızdan geçenleri yazmamız olanaksız.
Kaynaklar:
50. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE İSMAİL HAKKI TONGUÇ (*)
Prof. Dr. MEHMET TOMANBAY
Türkiye’de Çağdaş Eğitim ve Köy Enstitüleri denilince ilk akla gelen isimlerden birisi İsmail Hakkı Tonguç’tur. Cumhuriyetin kuruluşunun ve aydınlanma hareketinin özünü oluşturan eğitim devrimine katkısı Tonguç’un adının Cumhuriyet tarihine altın harflerle yazılmasına yol açmıştır. Bu yazıda 50 yıl önce, 24 Haziran 1960 tarihinde yitirdiğimiz İsmail Hakkı Tonguç’un çağdaş Türk eğitimine katkısının ne olduğunu irdelemeye çalışacağım.
Bu kapsamda kimi sorulara yanıt vereceğim. İsmail Hakkı Tonguç sadece bir eğitimci miydi yoksa daha mı fazlasıydı? Yaşama geçirdikleri sadece bir eğitim çabasıyla mı sınırlıydı yoksa daha geniş kapsamlı bir amaca mı ulaşmaya çalışıyordu ? Aydınlanma hareketine, aydınlanma hareketinin temelini oluşturan eğitime katkısı ne idi? gibi soruların yanıtları konuyu irdelememe yardımcı olacak.
Bu sorulara yanıt vermek için önce bir çerçeve çizmek istiyorum. Çerçeveyi “aydın” tanımını yaparak çizeceğim.
AYDIN NE DEMEKTİR?
Aydın sık kullanılan ve çok da tartışılan bir kavramdır. Kimilerine yakışır, kimilerinin de üzerinden dökülür. Peki nedir “aydın” olmanın tanımı? Sözlüklere baktığımızda “aydın; kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli kimse” olarak tanımlanır. Tanımlanır da belli bir öğrenim, bilgi ve görgü aydın olmaya yeter mi? Elbetteki yetmez. Bugün ülkemizde en büyük yanlışların ya da olumsuzlukların altından öğrenim görmüş, kimi konularda bilgili insanlar çıkmaktadır.
Bu halde “aydın” diye kime denir?
Orhan Hancerlioğlu’nun Felsefe Ansiklopedisi’nde Aydın; “çağdaş bilgi düzeyinde düşünceleri ve davranışları tutarlı olan kişi” olarak tanımlanmaktadır. Tutarlılığın elde edilmesi ise ancak “çağdaş, bilimsel ve bütünsel bir bilgiyle elde edilmiş bir dünya görüşüyle olanaklıdır”.
Aydın tanımıyla ilgili bu genel kabul çerçevesinde İ. Hakkı Tonguç’u irdelemek kolaylaşmaktadır.
NASIL BİR İSMAİL HAKKI TONGUÇ?
1935 yılından 1946 yılına kadar önce vekaleten, Hasan Ali Yücel tarafından da asaleten İlköğretim Genel Müdürü olan İsmail Hakkı Tonguç eğitim bilimci olmak üzere eğitim almış birisidir.
1893 yılında Bulgaristan’ın Tatar Atmaca Köyünde doğan Tonguç, köyünde aldığı ilköğretiminden sonra önce Kastamonu Muallim Mektebi 'nde ve sonra da İstanbul Muallim Mektebi'nde okudu. 1918-1919 yıllarında Almanya'nın Karlsruhe kentindeki Ettlingen Öğretmen Okulu'nda sekiz aylık bir programa devam etti. 1919'da Anadolu'ya dönerek, Eskişehir Muallim Mektebi'nde öğretmen olarak göreve başladı. 1922'de yeniden öğrenim görmek üzere Almanya'ya gönderildi. Dönüşünden sonra 1922-25 arasında çeşitli Öğretmen okullarında öğretmenlik ve yöneticilik yaptı. 1925'te beş aylığına mesleki eğitim kurumlarında incelemeler yapmak üzere yeniden Almanya'ya gitti. Almanya yanında İngiltere ve Fransa’da da incelemeler yaptı.
10 Temmuz 1926 ile 26 Ağustos 1926 tarihleri arasında, ilköğretim müfettişleri ve ilkokul öğretmenleri için Ankara'da açılan "İş İlkesine Dayalı Öğretim Kursu"nda, yabancı öğretim üyeleri ile birlikte çalışarak, daha sonra Köy Enstitülerinin temel ilkesi, sloganı durumuna gelecek "iş için, iş içinde, işle eğitim" anlayışını geliştirdi.
1935 de dönemin Kültür Bakanı Saffet Arıkan’a “Köy Enstitüleri”nin temelini oluşturacak bir rapor sundu. 1936 da Eskişehir, Mahmudiye’de Köy Enstitülerinin önceli sayılan “Eğitmen Kursu”nu açtı. 1938'de ilköğretim kurumlarını incelemek üzere Bulgaristan'da, Macaristan'da ve Almanya'da bulundu.
Bu bilgilerden anlaşılacağı üzere İ. Hakkı Tonguç bir eğitim bilimci olabilmek için eğitim kurumlarında gerekli eğitimi alarak “bilimsel bilgiye” sahip olmuş, eğitimle yoğrulmuş, işini severek yapan bir kişi. Klasik tabiriyle “alaylı” değil “mektepli” olarak alanında “Aydın” sayılabilmek için ilk önkoşul olan “bilimsel bilgiye” ulaşmış. Ancak Tonguç, bilimsel bilgiye ulaşmakla kalmamış bir başka çaba içinde daha olmuş: Sahip olduğu bilginin aydın olmanın diğer bir koşulu olan çağdaş, evrensel bilgi olabilmesi için yabancı ülkelere gitmiş, yabancı uzmanlarla çalışmış. Yani sadece bilimsel bilgiye değil, çağdaş bilgiye sahip olmak için de çaba harcamış.
Eğitim devrimcisi Tonguç için bu da yeterli olmuş mu? Hayır. Sahip olduğu çağdaş ve bilimsel bilginin gerçeklerden kopuk bir bilgi olmamasına özen göstermiş. Ülkesinin gerçeklerinden yola çıkarak sahip olduğu bilgiyi yerel koşullarla zenginleştirerek uygulanabilir, ülke gerçekleriyle uyumlu bütünsel bir bilgi haline getirmiş. Dünya görüşünü, yerel ve evrensel bilgilerini bir araya getirerek çağdaş, bilimsel ve bütünsel bir bilgiyle oluşturmuş.
Böyle bir birikime sahip eğitimci olarak İsmail Hakkı Tonguç, tüm yaşamı boyunca eğitimi sadece dar bir eğitim faaliyeti olarak görmedi. Eğitimle ilgili bilgisini bir yandan ülkemizin birçok yerinde çalışarak ülke gerçeklerini ve gereksinimlerini diğer yandan da yabancı ülkelerdeki gelişmeleri ve bilgileri dikkate alarak zenginleştirdi. Bu çalışmalarının sonucunda da ülkesinin gerçeklerini görerek, gereksinimlere uygun evrensel bilgiler ve deneyimlerle uyumlu bir eğitim modeli yarattı.
Kısacası, İsmail Hakkı Tonguç tüm yaşamında gerçek bir aydın örneği oldu. Çağdaş, bilimsel ve bütünsel bir bilgiyle elde edilmiş dünya görüşüyle uyumlu davranışlar geliştiren tutarlı bir kişi olarak yaşadı.
İ. Hakkı Tonguç’un vurgulamamız gereken bir başka önemli özelliği ise oluşturduğu eğitim modelinin çıktısı ile ilgilidir. Sayın Tonguç’un ilk Kültür Bakanlarından Saffet Arıkan’a sunduğu ve sonrasında da sürekli geliştirerek uygulamaya soktuğu Köy Enstitüleri, başlı başına bir aydınlanma hareketi ve aydın yetiştirme projesiydi. Bu eğitim modeli ile Tonguç kendi edindiği aydın özelliklerinin bu okullardan yetişecek öğrencilerde de bulunmasına çaba harcadı. Köy Enstitülerinde çağdaş ve ülke gerçekleri ve gereksinimleriyle bütünleşmiş bilimsel bilgiye sahip öğrenciler yetiştirmek ana amacı oldu. Bir diğer deyişle yaşamında da sadece eğitimli kişiler değil davranışları tutarlı gerçek aydınlar yetiştiren yolu açtı. Köy Enstitülerinden yetişen binlerce kişi tüm yaşamlarında üretim ve tutarlı davranışlarıyla ülkemizin gerçek aydınlar ordusunu oluşturdu.
Türkiye’nin kalkınma hamlesinin altında, çağdaşlık adına yapılan ne varsa İsmail Hakkı Tonguç’un Köy Enstitülerinden yetişen bu gerçek aydınların emeği, bilgisi ve üretimleri vardır.
İSMAİL HAKKI TONGUÇ NASIL BİR ÇABA İÇİNDEYDİ?
Tonguç’un eğitim alanında yaptıklarını biraz daha ayrıntılı incelemek istersek karşımıza ciddi bir arayış çıkar. Yaptığı bir arayışdır. Neyi aramıştır? Öncelikle Türkiye’nin eğitim alanında temel gereksiniminin ne olduğunu araştırmıştır. Kolaya kaçmadan, bir takım bilgileri aktaran bir eğitim sistemi yerine ülkemizin gereksindiği adamı yetiştirecek bir eğitim sisteminin arayışı içinde olmuştur.
Arayışının özünü “Türkiye’nin o yokluk yıllarında nasıl bir insana, adama gereksinimi olduğu” oluşturmuştur. Bir diğer deyişle; ülkenin kalkınabilmesi, aydınlanma hareketinin başarıya ulaşabilmesi için “nasıl bir insan yetiştirmeliyiz” sorusuna yanıt araştırmıştır.
Arayışının ikinci aşamasını “ülkenin gereksindiği insanı yetiştirecek eğitim sisteminin arayışı oluşturmuştur. Bu özelliği ile de Tonguç sadece çağdaş bilgi aktaran bir eğitimci ve eğitim sistemi kuran birisi olmamış, araştıran ve bulduğunu uygulayan bir eğitimci olmuştur.
İsmail Hakkı Tonguç’un bu arayışının altında bir başka önemli özelliği yatmaktadır: Gerçek bir aydın olarak Tonguç demokrasiye inanan, halk yönetimine inanan bir demokrat, bir devrimcidir. Bu özelliğini “Köy Eğitim ve Öğretiminin Amaçları” başlıklı 1944 yılında Ankara Maarif Matbaası’nda basılan “Köy Enstitüleri II” isimli yapıtta yayınlanan yazısındaki aşağıdaki cümleleri net bir şekilde ortaya koymaktadır:
“Halka medeni bir insan topluluğu halinde yaşamanın ilk bilgilerini öğretme ve bir memlekette halk idaresini gerçekleştirme şartlarının en önemlisi, geniş anlamlı ilk öğrenimi parasız ve mecburi kılmaktır. Bireyleri bu çarktan tamamen geçirilememiş milletlerde halkın kendi kendisi idare etmesi mümkün olamamıştır.
Bir ulus halk idaresini kuramadığı takdirde onun mukadderatı tek insanın veya küçük bir insan kümesinin eline geçer.”
Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere o sadece bilgi aktarmayı amaçlayan bir eğitimci değil aynı zamanda demokrat, halka inanan ve güvenen ilerici bir eğitimcidir.
Yine Tonguç eğitimi bir ülkenin temel harcı olarak görmüş ve bu nedenle çok ciddiye almıştır. Bu noktada da yukarıda belirttiğimiz yazısındaki şu sözleri önemlidir: “Osmanlı İmparatorluğunun süratle çöküşü bazı sebeplere dayanır. Bunlar arasında ilk öğrenimi tahakkuk ettirmek yolunun tutulmamış olması önemli bir yer alır”.
Tonguç’un kağıda döktüğü bu düşünceleri onun sadece bir eğitim çabası içinde olmadığını, aydınlanma hareketinin bir önemli kişisi olarak halkın çağdaş değerlerle eğitilerek demokratik bir halk idaresinin kurulabilmesi için de yoğun bir çaba içinde olduğunu göstermektedir.
Demokratik bir halk idaresinin kurulabilmesi için ortaya koyduğu yoğun çaba kapsamında önce toplumsal yapıyı incelemiş, ülke gerçeklerine bakmıştır. Nüfusunun % 80’inin köyde yaşadığı ülkemizde ilköğrenim çağında okula giden çocuklarımızın sadece % 19’unun köylerde bulunduğunu, buna karşılık ilköğretim eğitimi alanların % 81’inin kentler ve kasabalarda bulunduğunu saptamış ve ülkemizde doğru olanın bu yapının gereksinimini karşılayan bir eğitim sistemi kurmak olduğunu görmüştür.
Dolayısıyla eğitimin ana alanının köy olduğunu ve ülkenin o dönemde köylerden yetişecek aydın köy adamlarına gereksinimi olduğunu keşfetmiştir. Yani “nasıl bir insan” sorusuna yanıtı “aydın köy adamı, üreten, öğreten, uygulayan, seven,köy adamı” olarak vermiştir.
Bu adamı yetiştirecek sistemin nasıl olacağı sorusuna yanıtı ise kendi ifadesiyle “bilimsizliğin en çok yayıldığı köylerimize öğretmen ve lüzumlu diğer mesleklerin erbabını yetiştirecek” Köy Enstitüleri Sistemi diyerek vermiştir. Sistemi oluştururken toplumun % 80’ini oluşturan köyü tanımak, köylünün temel gereksinimlerini ve sorunlarını saptamak en önemli öncelik olmuştur.
SONUÇ
Çalışmalarını "Köylüye bir şey öğretebilmek için, ondan bir çok şey öğrenmeli." İlkesine göre gerçekleştirmiş ve köy kültürü kaynağından yararlanmıştır. Bir eğitim devrimcisi olarak köyden öğrendiğini köye aktaran İsmail Hakkı Tonguç’un çalışmaları esas olarak köy yaşamının fiziki koşullarının iyileşmesine büyük katkıda bulunmuştur. Tonguç’un çalışmalarının bir diğer önemli sonucu ise Türk köylüsünün düşünsel olarak gelişimine katkıda bulunarak kendine güvenmesini sağlamak ve kişilik kazandırmaktır. Bu noktayı Köy Enstitülerinden yetişerek Türk edebiyatının saygın ve unutulmaz isimleri arasına giren Mahmut Makal şöyle açıklamaktadır: Mahmut Makal İvriz Köy Enstitüsünde eğitimine devam ederken İ. Hakkı Tonguç ziyarete gelir. Öğrenciler arasından Mahmut Makal’ı konuşturmak amacıyla seçerek bir soru sorar. Heyecandan konuşamaması üzerine “600 yıldır baskı altında yaşamış bu halk elbette birgün düşünmeye ve konuşmaya da başlayacak. Konuşturun bunları. Konuşturun ve düşünmeye, düşündüklerini rahatça söylemeye alıştırın.” diyerek eğitim çabalarının bir önemli amacının da köylerde düşünsel gelişmeyi sağlamak olduğunu belirtir. Dolayısıyla İ. Hakkı Tonguç’un çalışmaları aydınlanma hareketine ve köy yaşamının ve Türkiye’nin genel gelişimine büyük katkılarda bulunmuştur.
Kuşkusuz Cumhuriyetin kurulması sürecinde gerçekleşen aydınlanma hareketinin eğitim alanındaki tek mimarı İsmail Hakkı Tonguç değildir. İsmail Hakkı Tonguç’un kişiliğinde ve yaptıklarında somutlaşan “gerçek aydın” özelliği o dönemlerde daha birçok Cumhuriyet kurucusunda da bulunmaktaydı. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Kültür ve Milli Eğitim Bakanlarından Mustafa Necati, Saffet Arıkan, Hasan Ali Yücel gibi isimler ilk anda akla gelebilenlerdir. Bu değerli aydınlanmacıları da burada saygı ile anmak onlara olan borcumuzdur. Onların özverili, aydınlık ve yurtsever çalışmalarının ürünleri bugün bile ülkemize ışık tutmaktadır.
Tonguç’un Köy Enstitüleri 1954 yılında kapatılana kadar öncülü olan Köy Eğitmenleri Kursları ile birlikte 27 bin eğitimci yetiştirdi. Bu eğitim kurumlarının kapatılmasından sonra ne yazık ki Türk Milli Eğitimi her geçen gün çağdaş ve laik eğitimden uzaklaştı. Bugün ülke olarak yaşadığımız tüm ekonomik, sosyal ve siyasal sorunların altında bilimsel ve laik çağdaş eğitimden uzaklaşarak din eksenli eğitimin arttırılma çabaları ve bu yüzden eğitim sistemimizde farklı uykulamaların ve yaklaşımların egemen olması yatmaktadır. Birleştirilmiş eğitim yok edilmiş durumdadır. Oysa ne demişti Atatürk? . “Farklı mektepler, farklı insanlar yetiştirir”. Bunun için eğitim birleştirilmiş ve “Kuvvetli Cumhuriyetçi, Milliyetçi ve laik vatandaşlar yetiştirmek eğitimin her derecesi için mecburi özen noktasıdır” ilkesi eğitimin temeli haline getirilmişti.
Bugün Türkiye yine bu eğitimcileri arıyor. İçine düştüğümüz girdaptan çıkmak için o 27 bin eğitimci gibi aydın adama gereksinim her geçen gün daha da artıyor. İ. Hakkı Tonguç’un mimarlarından olduğu aydınlanma devriminin eğitim anlayışının ve kurumlarının ülke koşullarına ne denli uygun ve yararlı olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Bilimden yana, laik ve çağdaş eğitimin yeniden tesisi her geçen gün kaçınılmaz bir zorunluluk haline geliyor.
(*) 23 Haziran 2010 tarihinde Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı’nın düzenlediği 50. yılında İsmail Hakkı Tonguç’a saygı etkinliği konuşması metni…